7 Kasım 2013 Perşembe

32.İSTANBUL KİTAP VE SANAT FUARI




Ne çabuk geçti bir sene. Daha dün gibi hatırlıyorum geçen seneki fuarı. Neyse metro kapısına kadar gidiyor da artık uzak diye şikayet edemiyoruz. Gene de çok uzun sürede gidiliyor resmen İstanbul dışı. Bu sene sanki daha da görkemli olmuş. Müthiş bir ilgi var. İlköğretim okulları akın akın geliyorlar. Tabii ki .küçük yaşta çocukları buralara getirip gezdirmek çok doğru ama başlarındaki öğretmenlerin daha önce gelip fuar alanını görmeleri ve bir program dahilinde gezmeleri şart. En az dört saatte gezilen bir yerde bu sürenin sonunda çocuklar bitkin vaziyette yerlerde sürünüyorlar. Kitap sevgisini aşılayalım derken soğutmayalım lütfen. Bir tespitim de oraya kadar geliyor çocuk ve gençler ama kitap fuarıyla iç içe olan sanat fuarını gezmeden gidiyorlar. Sanat fuarında hep belli bir yaş üstü insanlar dolaşıyor. Halbuki özellikle bu sene sanat fuarı da muhteşem.








Fuara giriş yedi lira ama davetiye bulmak çok kolay. Ben hiç para verip giren görmedim. :))








Giriş kısmı rengarenk, cıvıl cıvıl çocuklarla. Artık okuyan hem de bilinçli olarak okuyacağını seçen bir nesil var. Gençler bir yıl boyu alacakları kitapların listelerini yapmışlar, bunun için bir bütçe ayırmışlar ve fuara gelmişler.







Fuar alanından bir görünüş. Dikkat edin ellerindeki poşetlere. Yani kuru kalabalık değil bu sefer.








Çocuklar için çok güzel yerler yapmışlar. Özellikle çizgi romanlar müthiş. :))









Her konunun ayrı yerleri var. Üstte arkeoloji ile ilgili kitaplar, aşağıda Penguen'in standı. Posterler, takvimler, anahtarlıklar, ayraçlar, kupalar hep penguen yazılı. 







Bütün standlarda kitaplar indirimli. %20 ile %70 arası indirimler. Yukarıda standda bütün kitaplar 4 lira.







İşte Pegasus yayınları. İndirimler inanılmazdı. tabii gençlerin hücumu var her an.








Atalay Demirci kitap çıkarmış. Yetenek sizsinizden tanırsınız. Ya önce bir yaptığın işi sağlamlaştır sonra başka dallara atla. Kim alır onun kitabını merak ediyorum.








Kültür sanat yayınları. Ne yazık ki en boş standlardan biriydi.









Helal olsun bu hanıma. Belli ki ekonomik durumu iyi değil ama dört çocuğunu almış ve fuara getirmiş. Çocukların kitaplara nasıl bir aşkla baktıklarını görüyor musunuz? Tunca geçen sene Tekin Yayınevindeyken böyle çocuklara ücretsiz veriyordu kitapları.













İlginç iki stand.






Atatürkçü Düşünce Derneği'nin yeri. Mustafa Kemal'le ilgili birçok ürün var ve çok da rağbet görüyor. Özellikle gençlerin ilgisi çok büyük.













Çok şirin bir standdı. Hayvan hakları federasyonunun yeri. Her türlü hayvan motiflerinin yer aldığı çeşit çeşit ürün. Buraya da ilgi çokdu.







Yeşiller ve Sol Yayınlarının yeri. Onlarda kendi düşüncelerini ifade etmek fırsatı bulmuşlar.








Tabii ki sahaflar. Burada onlara da geniş bir yer ayrılmış. Daha yeni sahaflar fuarını defalarca gezdiğim için buraya çok fazla zaman ayırmadım.
Bu arada ize fuardan aldığım kitapları da yazayım. Tabii ki Ahmet Ümit'in son kitabı Beyoğlu'nun En Güzel Abisi. Polisiye sevdiğim için Tunca'nın tavsiye ettiği iki Alper Canıgüz kitabı. Gizli Ajans, Oğullar ve Rencide Ruhlar. Ve de Desperate Housewives'ın Yemek Kitabı. Okudukça buradan da paylaşırım.

Dediğim gibi hemen Kitap Fuarının bitimiyle Sanat Fuarı başlıyor. Giderseniz burayı mutlaka gezin. Kız kardeşimin de burada bir standı var. Ares Sanat Galerisi. 








Kardeşimin galerisinden bir tablo. Adı, " çapuling". miş. :))))









Gene kardeşimin gelerisinden resimler.









Bunlarda heykeller.














Ressam Bayram Gümüş bütün galerilerin isim ve resimlerinin yer aldığı bir tablo yapmış. İlk resim genel görüntüsü, aşağıdaki de yakından bir kesit. Arşiv niteliği taşıyor aynı zamanda.








Bayram Gümüş'den başka bir resim. Bütün resimleri böyle detaylarla dolu.












Sanat Fuarı tamamiyle Gezi etkisinde. İşte onunla ilgili bir fotograf.








Sanat Fuarının söyleşi alanı. Zaman zaman sanatçıların söyleşisi oluyor.








Sanatçıların bir bildirisi.












Sanata ve kitaba düşman olanların protesto edildiği bir yer hazırlanmış.








Ayın onuna kadar devam ediyor mutlaka bir fırsat yaratın kendinize.



8 Ekim 2013 Salı

RED - KİT ( Lucky Luke )

Son zamanlarda yeniden Red Kit bağımlılığım tuttu. Düşündüm de defalarca zevkle okunabilen başka bir roman, hikaye, zevkle çok kere izlenebilen film var mıdır? Dün okurken gene aynı heyecan, aynı tebessüm, aynı merak. Dünyada en çok sevilen ve okunulan ülke de Türkiye imiş. Hatta bir tek Türkiye'de filme alınmış. İlk önce Öztürk Serengil, sonra İzzet Günay, en son da 1974 yılında Sadri Alışık Red Kit'i oynamış. Üç aktöre de çok saygı ve sevgim olmasına rağmen üçünü de bu role yakıştıramadım.







Çünkü Red Kit çocukluğumuzdan beri bizim için  bir tubudur. Red Kit'in asıl adı Lucky Luke. Belçika'lı yazar Maurice de Bever ( biz Morris diye tanıyoruz) yaratmış. Gene ilginç bir not en az Amerika'da seviliyor ve tanınıyor. Red Kit gölgesinden hızlı silah çeker.








Geniş paçalı kot pantalonuyla, yumurta topuklu çizmeleriyle, başından hiçbir durumda düşmeyen kovboy şapkasıyla bir efsane kahramandır. Ağzından hiç eksik olmayan sigarası da bir semboldür ama sonra çocuklara kötü örnek oluyor diye Red Kit'e sigarayı bıraktırdılar. :)))) Sigaranın yerini saman çöpü aldı.







Yukarıda tebessüm ettiren bir fotograf. Zaten Red Kit'i yakalasa yakalasa Türk polisi yakalardı. :)))) At ıdüldül ve biraz salak köpeği Rin Tin Tin Red Kit'in can yoldaşıdır. Maceralarda sık sık Düldül'ün sikayetlerini de okuruz. Rin Tin Tin'in ise kötü adamlarla arası çok iyidir. Daha doğrusu o öyle zanneder. Kendisine verilen görevleri hep yanlış anlamıştır. Benim en sevdiğim karekterler boyları bir garip olan Dalton kardeşlerdi. Bunları azılı suçlular gibi düşünürüz ama aslında hiç adam öldürmemişlerdir. Sırf Red Kit'e gıcık olduklarından hırsızlık yaparlar. Sık sık onları hapishanede ayakları zincirlere bağlı olarak taş kırarken görürüz. Bunların en safı en uzun boylusu olan Averal'dir.








Yukarıda gördükleriniz benim evdeki Red Kit'lerden bazıları. Maceralardaki diğer kahramanlar ise cenaze levazımatcısı, üç kağıtçı kumarbazlar ve hakim başlıcalarıdır.
Red Kit birçok devlet başkanının, önemli kişilerin de bağımlısı olduğu bir çizgi romandır. Rahmetli Turgut Özal'ın meclisteki önemli oturumlarda bile çaktırmadan  Red Kit okuduğu o zamanlar bir şehir efsanesi olarak ağızdan ağıza dolaşmıştır.

" Ben evinden uzak yalnız bir kovboyum" Bütün romanları böyle biter.





30 Eylül 2013 Pazartesi

7. SAHAF FESTİVALİ




Beklediğimiz sahaf festivali bugün başladı. Ben kaç senedir takip ediyorum nedense ilk gün çok rağbet görmüyor. Son günlerinde ise insanlar hücum ediyor ve festival süresinin uzatılması isteniyor. İlk günlerde fiyatların uçuk olması en büyük neden bence. Eğer İstanbul'daysanız mutlaka gezmenizi öneririm. Kendinizi zaman tünelinde hissediyorsunuz. Eski kitaplar, gazeteler, kartpostallar, gravürler, 45'lik plaklar, longplayler insanı alıyor başka bir diyara götürüyor. Hele o eski kitapların kokularını hissetmek müthiş bir duygu. Aslında benzer bir paylaşımı geçen sene de yapmıştım ama bu etkinlikler çok önemli yüz defa da paylaşsak yeridir.









Bu festival bu sene aslında Taksim Gezi Parkında olacaktı ama son anda eski yeri olan Tepebaşı'na alındı. Ben Beyoğlu Belediye Başkanından nefret ederim. Bu benim demokrasi içindeki görüşümdür. Adamın adını okuduğum zaman tansiyonum çıkıyor. Ama yapılan iyi bir olayı da takdir etmemek olmaz. Buraya kadar her şey süper. Peki ne oldu da korktunuz da Gezi Parkında yapamadınız. Böyle güzel bir etkinliği kim sabote edebilir? Yazık ya insanına, gençliğine bu kadar güvenmeyen ve de korkan bir anlayış olabilir mi? Halbuki ne kadar yakışırdı ağaçların altında, çiçeklerin içinde bu festival buraya.








Çok eski kitaplar, Osmanlıca eserler.












Kartpostallar, fotograflar. Ya anlamadığım bir şey oldu burada  birisi bu fotografları sahafa satmış. Biraz dikkatli bakınca görmüş geçirmiş bir bir aile belli ki. Ve gene belli ki aile büyükleri ölünce bu anı belgeleri sahafa kadar düşmüş. Saklamaya niyetiniz yok yırtın, yakın falan. Üç kuruş para için satılır mı bunlar. Çok üzücü çok.








Ne alrsan 5 tl. dükkanı. İnanılmaz yerli ve yabancı yayın var. Herhalde ilk günlerde tükenecek her şey bu dükkanda.








Çok eski Cumhuriyet gazeteleri, eski kitaplar.








Festival alanından yeme içme yerleri. Her türlü ihtiyacınız düşünülmüş. Ama ilk gün dediğim gibi fazla rağbet yok. Ama son haftasını da bildiğim için bu boşluğa takılmadım tabii.








Bu da başka bir köşe. Yeni ve eski kitaplar iç içe.








Gene eski kitaplar. Sağ üste Galatasaray tarihi birinci cilt. Almak istedim ama çok para istiyorlar. Bakalım belki kalırsa son günlerde fiyatı düşer diye umut ediyorum. :))








Veeeee imparator askerde. Askerlik yapmayanlara kapak olsun. :)))) Herhalde 70'li yıllar bu fotografı dün gibi hatırlıyorum.








Neredeyse 100 yıllık bir Galatasaray Lisesi yıllığı. Biraz inceledim içinde fıkralar, yatakhane etkinlikleri, hocaların takma adları, çekilen kopya metodları çok ilginçti. :))))









O zamanlarda da gündem çok farklı değilmiş. :))








Gene her şeyin 5 tl. olduğu başka bir dükkan. Dikkatli incelenince çok güzel kitaplar var her konuda.








Ayraçlar çeşit çeşit. Hem de 50 kuruş.








Bu da karışık her dönemden, her konudan kitapların olduğu bir dükkan.








İşte tam bir nostalji köşesi. Gıcık, Akbaba, Mikrop ne dergilerdi. Hele Akbaba.







Kitapların bu halini çok seviyorum. Evde de böyle olması bana huzur veriyor. :))







Bugünlük bu kadar. Eğer yakınlarda bir yerlerdeyseniz mutlaka ziyaret edin bu fuarı.

24 Eylül 2013 Salı

SEVMENİN ZAMANI Liz Behmoaras




1940 lı yıllar. Savaştan çıkmış bunun getirdiği bir sürü olumsuzlukları yaşayan ama yeni bir savaşın eşiğinde olan Türkiye. Romanda kendi çıkarları uğruna savaşan ülkelerdeki sıradan vatandaşların bu durumdan ne kadar kötü etkilendikleri çok güzel anlatılıyor. Bu arada Tıp Fakültesi öğrencisi başarılı bir Türk gençle, Frida adında aynı fakültede okuyan Rus asıllı Yahudi bir ailenin kızı arasındaki büyük aşka tanık oluyoruz. Ülkedeki ırkçı eylemler ve bu düşüncenin yayılması bu aşkı da etkiler. Frida'nın ailesi kızlarının Yahudi gençlerle evlenmesini istemekte ve bu konuda hiç taviz vermemektedirler.







Bu kargaşalıkta İsmail okuldan mezun olur ve askere gider. Frida ise bu aşkını ailesine bir türlü anlatamamaktadır. İsmail askerden döndükten sonra Frida'ya evlenme teklif eder. Ama Frida'nın babası eğer evlenirlerse kendisini evlatlıktan reddedeceğini söyler. Bu arada Frida'nın babası ve kız kardeşi Emma'nın ırkçı politikalar yüzünden sınır dışı edilmesi her şeyi alt üst eder. Frida bundan kendisini sorumlu tutar ve İsmail'den ayrılmaya karar verir.
Romanda hem savaşın sebep olduğu yıkımlara şahit oluyoruz, hem de din ayrılığı dolayısıyla kültür ayrılığının kahramanlarımızı soktuğu çıkmaz durumu görüyoruz.








Yazar romanda savaş yüzünden sadece yıkımları değil, bunların insanların hayatlarına soktuğu yeni oluşumları da çok detaylı anlatmış. Mafyanın türemesi, Varlık Vergisi, karatmalar, sıkıyönetim, sürgünler. Roman İstanbul'un birçok semti ve Ankara gibi çok çeşitli yerlerde geçiyor. O dönemdeki eğlence yerleri, kültür hayatı gibi sosyal  yaşamda romanda bolca var. Ayrıca Tıp öğrencilerinin eğitim süreçleri, ameliyatlar bayağı detaylı anlatılıyor bu da romana bilimsel bir bakış açısı sağlıyor.
İki genç ikisi de haklı ama hak ettikleri gibi bir yaaşam süremiyorlar.


Liz Behmoaras
Yazar Hakkında
1950 yılında İstanbul’da doğdu. Çeşitli yayınevlerinde çevirmenlik, yerli ve yabancı yayın kuruluşlarında serbest gazetecilik yaptı. 1986-1996 yılları arasında Şalom gazetesinin kültür servisinde editör olarak çalıştı. Bu sırada Nokta dergisi, Yeni Yüzyıl ve Cumhuriyet gazetesi, ayrıca Liberation, L'Arche ve Tribune Juive adlı Fransız gazetelerinde yazılar yazdı. 
Türkiye'de Aydınların Gözüyle Yahudiler, Kimsin Jak Samanon?, Yüzyıl Sonu Tanıklıkları, Mazhar Osman, Suat Deviş ve Bir Kimlik Arayışının Hikâyesi başlıca eserleridir.

Arka Kapak:

Sevinç içinde olduğumuzda gözyaşlarını aklımıza getirmemiz zordur, keza dans ederken matemi göze almak ya da etrafımızda her şey yıkılırken her şeyin yeniden inşa edilebileceğini hayal etmek... Zaman insanoğluna armağanlar sunan bir hazine değildir. Hiçbir dakikasının içinde bir şey yoktur. Her dakikası, insanoğlu onu ne yapacaksa sadece odur. Ve böylece içkindir zaman, her var olanın zerresinde. Zaman bize hediye edilmiş boş bir defter gibidir, ne yazılırsa o okunur.
1940’lı yılların ilk yarısı… Dünyanın kaderini değiştiren, yaşamları altüst eden ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı İkinci Dünya Savaşı yılları…
Her şey yıkılır, insanlık savaşın, hoşgörüsüzlüğün girdabına kapılmış akıl almaz bir hızla yok oluşa doğru sürüklenirken, ikisi de İstanbul Tıp Fakültesi’nde öğrenci, biri Müslüman diğeri Yahudi, iki genç aşka düşerler.


21 Eylül 2013 Cumartesi

SIĞIRCIĞIN İNTİHARI - DOĞAN ERDEM

Okunması gereken ilginç bir kitap. Gezideki kütüphaneden hatıra kaldı bana. :((  Kitapta iki roman iç içe. Özer'in hikayesi ile, M.Barlett'in kendi hikayesinin anlatıldığı iki kısımdan oluşuyor. Özer İstanbul'da kötü durumdaki şirketlerin bu durumundan sonuna kadar faydalanan ve bunu çeşitli yerlerde kul lanan biridir. Parası vardır ve büyük şehirlerde yaşamanın getirdiği bütün çarpıklıkları yaşar. Yaşamından memnundur.








Fakat bir gün işinden kovulur ve büyük bir boşluğa düşer. Bu sırada doğduğu kasabadan arkadaşı Cemil, kasabalarına gitmeyi teklif eder. Giderler veCemil burada babasıyla, eski aşkıyla, ölen annesiyle ve kasaba yaşamıyla istemese de yüzleşmek zorunda kalır. Bu yüzleşme tekrar İstanbul'a dönmesinin zor olduğunu ona kabul ettirir.









Romandaki ikinci hikayede ölümcül hastalığa yakalanmış insanların bu gerçekle yaşamaktansa eli ayağı tutarken intihar ederek onurlu bir şekilde ölmeleri gerektiği temasını işler. Yazar Fransa'da yaşamaktadır ve bu düşüncesinden ötürü akıl hastanesine yatırılmak istenmektedir. Bu düşünce ilk hikayedeki Özer'in sonunun da belirleyicisi olur.
Özer'in annesi intihar etmiştir. Özer geçmişini silmek istese de artık geri dönüş yoktur. Kendi öz yaşamını değiştirme gücüne sahip olamadığı noktada geriye intihar etmek kalmıştır. İstanbul'a yerleşerek büyük şehirlerdeki sorunlar olan sevgisizlik ve yalnız kalmışlığın ceremesini çekmiştir.
 




Yazarlar kimi şehirlere sahip çıkar, şehirler de yazarların adlarıyla özdeşleştirilirler. İstanbul'u da sahiplenenler olmuştur elbet; ama, yazın dünyasının sahiplendiği şehirlere öfke taşıyanlar da vardır. Büyük şehirlerin tümüne duyulan öfkedir aslında bu. 

Modern dünyanın, nasıl içimizi boşalttığını, bizi soğuk ve yalnız bir insan müsveddesine dönüştürdüğünü betimlerler. Doğan Erdem bu manada İstanbul'la cebelleşmeyi seçiyor. Küçük bir kasabada, modernitenin kapıları zorlamadığı sade bir dünyada, kendimizin farkına vararak yaşama hevesini depreştirmeyi yeğliyor. Ama yazar bu seçiminde de huysuz ve aksi...

Doğan Erdem, roman kahramanı Özer'i çocukluğunun travmalarını anımsayacağı, küllenen acılarını ortaya çıkaracağı bir yere taşımayı seçiyor. Yorulmuş bir şehirli için kalan tek umudu; yani ücra bir kasabada, içine dönüp kendini keşfederek yaşayabilme beklentisini de yok etmeyi, okuyucusunu umutsuzluğa sürüklemeyi tercih ediyor yazar. 
Şehrini taparcasına sevenlerle, taşrayı sade ve ruh yüklü bulanları kızdıracak kadar ileri giden bir roman oluyor en sonunda "Sığırcığın İntiharı..."

Doğan Erdem, şehirlerin nimetlerinden ustaca faydalanmayı bilen, küçük kasaba düşleri kurup hala saf olduğunu düşünen toplumsal bir kesiti öfkelendirecek, uygunsuz, rahatsız edici, sorgulayan bir roman koyuyor önümüze. 

Hiçbir satırını atlamadan okuyun. Sizi anlatan her tümcenin altını çizin. Her korkunuzla yüzleşin. Umudu umutsuzlukta aramayı deneyin. Olacak.

"Memleket denilen şey bir yere ait olmanın sonucudur ve ben bu yaşa değin hiçbir yere memleket demeyi beceremedim. Ait olmak tutsaklıktır, diyordum soranlara. Oysa bazen kendimi dahi inandıramadığım bana saçma sapan gelen bir laftı. Bir yere ait olmayı çok isterdim aslında. Caddelerinde yürürken tanıdığım, çekinmeyeceğim, kendimi kollamak zorunda olmadığım insanlara rastladığım bir yere... Üstümden yağmur boşalırken sığınacağım bir saçak altı kadar korunaklı duyumsayacağım bir yere..."
(Tanıtım Bülteninden)
Türkçe
240 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 21 cm 
İstanbul, 2010, 1. Basım
ISBN : 9786055711177
Yayın Yönetmeni : Nurettin Hacıkurtiş
Sayfa Tasarımı : Atiye Irmak
Kapak Uygulama : Serkan Sinay
Kapak Tasarımı : Yunus Karaaslan
Editör : Ece Özbaş Korkmaz

18 Ağustos 2013 Pazar

ADA'DAKİ EV Nilüfer KUYAŞ



Sevgilisinden ayrıldıktan sonra bunalıma giren Esra'nın Amerika'ya doktora eğitime gidinceye kadar Ada'ya gelmesi daha doğrusu hem ülke sorunlarından, hem de kendi sorunlarından bir kaçış olarak bu yolu seçmesini anlatıyor. Ama bu kaçış bir yüzleşmeye dönüşüyor Ada'da. Ülkesinde hüküm süren sıkıyönetimin verdiği sıkıntılardan, hapse düşen arkadaşlarından, ülkedeki kaosdan kaçmıştır belki ama içindeki aşk ateşini ve acısını dindirememiştir. Burada kimsenin göremediği ama kendisinin her zaman karyolasının ayağının dibinde olduğunu iddia ettiği böcek takıntısı yüzünden Ada'daki evi de sahiplenemiyor. Ada'da bir de içi boş gözüken ama sayfalar aralandıkça içinde anılar, rüyalar ve yaşam olan büyülü bir kitap var. Kuyaş'ın romanındaki böcek aslında Esra'nın içinde kalmış korkuları yansıtıyor.








Kitaptaki önemli bir unsurda yazarın Yunan'lı bir kadın şair olan Sappho'nun şiirlerini sıklıkla kullanması. Sappho'nun isyankar duruşundan etkilenmiş olabilir.

Sevmek, kaybetmek, bırakmak...
Nilüfer Kuyaş'ın ikinci romanı Ada'daki Ev, ayrılış travması üzerine yürek burkan bir hikâye. Kuyaş, ilk romanı Yeni Baştan gibi bu kitabında da Türkiye'nin siyasi çalkantılarla dolu bir dönemine bakıyor.
Romanın kahramanı genç kadın ülkesini terk etmek üzeredir, son birkaç ayını geçirmek için Ada'da ev kiralar. Ancak bu ev, çok geçmeden ona gitmenin kolay olmayacağını gösteren karanlık, korkulu bir yere dönüşür.
Ada'daki Ev, büyük, güzel ama olanaksız bir düşü gözler önüne seren önemli bir yapıt.

"Nihayet eve girdiğinde aynı his geri geldi. Başka birisi daha vardı odada. 
Lambayı açmak üzere uzanmıştı ki o saniye gördü ve ne gördüğünü anlamamak için beyni bir süre durdu.
Gerçeklikten kaçmaya çalıştı, bir gölge oyunudur, diye umutlandı. Ama değil."
(Tanıtım Bülteninden)

Kitaba yazarın çok emek verdiği belli. Ama nedense çok uzun süre elimde oradan oraya dolaştı bir türlü bitmek bilmedi. Hatta kitap bitinceye kadar başka kitaplar da okudum. Gene de tavsiye ederim bence okunması gereken bir kitap.

9 Temmuz 2013 Salı

MAVİ MISRALAR - Mehmet Osman Çağlar

Mehmet Osman Çağlar uzun süredir ilgi ile takip ettiğim bloğundaki şiirlerden sonra beklenen kitabını çıkardı. Ben şiiri çok severim ama bir şiir kitabını alıp roman gibi bitirinceye kadar okuyamam. Canım istediği zaman açarım, bakarım. Mehmet Osman Çağlar'ın bu kitabını ise bir solukta okudum. Denize aşık, çok duygusal bir insan olan Çağlar'ın şiirlerini okuyunca mutlaka kendinizden bir şeyler bulacaksınız. Ben belki de aynı yaşlarda olduğumuzdan ve benzer siyasal çalkantıları yaşadığımızdan, kitapta kendimden o kadar çok şey buldum ki elimden bırakmadan bitirmişim.








 "Biliyor musunuz;
  Sonbaharda bir başka güzeldiniz.
  Ve aşk kokan
  Bir eylül kızıydınız."

Diyor Eylül adlı şiirinde.Ne kadar duygu ve anlam yüklü mısralar. "İstemem" adlı bir başka şiirinde sosyal mesajlar veriyor ve şöyle bitiriyor.

 "Bunca yıl
   Ne kimsenin önünde eğildim,
   El etek öptüm,
   Ne de sonradan görmüşleri, din bazları
   Soframa oturturum,
   Uzak kalsın."


Şiir ve denemelere geçmeden önce bu satırları sıcak bir Temmuz ayının son günlerinde girizgâh olarak yazıyorum, iki yıl önce yerleştiğim Mersin'den. Benim gibi 1968 ile 1978 yılları arasında gençliğini yaşamış bir kuşak vardır. Onlar akvaryumda dönüp dolaşıp açık denizi seyrederken devamlı cama çarpan, aynı sularda kalıp okyanusa açılamayan balıklar gibidir ama arayışları hiç bitmez. Ne tam 68'li ne tam 78'lidir. Devrimlerini, aşklarını, sevdalarını sanki okyanusun ortasında fırtınaya yakalanmış gibi, her şeye geç kalmış, birçok işe el atıp mükemmeli yakalamaya çalışırken hep geç kalmış, arada sıkışmış, yitik bir kuşak... 

Son iki yıldır sabahları erken saatlerde bir deniz masalı kentine gözlerimi açıyorum. Bazen sisler içinden limana giden yük gemilerini, bazen berrak uzak deniz ötesi güneşin ilk çizgilerini görüyorum maviliklerde. Sonra güneş bir kızıl portakal gibi iyice doğuyor turunç kokuları içine. Deniz ve kıyısında yaşayan insanın sessiz bir ittifakı vardır her zaman. Bilinçaltı devamlı açık denizin dev dalgalarıyla boğuşan adam asla iflah olmaz. O mavilikte başka bir şeyler vardır devamlı sancı üreten. Buna tutkulu bir adam, belki bilmeden sonsuzluğu yaşar mavinin her tonunda. Bazen yalnız başına gri denizin ortasında, bazen geç kalınmış şiir mısralarıyla boğuşarak. 

Şiir deniz gibidir. Deniz sonsuzluktur. Her bitişinde yeniden başlamasıdır. Demir alıp açılmasıdır. Bu, bir bitiş değil, her seferinde yeniden varoluştur. İçinde sonsuz öz'ler vardır. Bilinçaltı, macera, aşk, kavga, melankoli, boşluk, çıkış, düşüş, geriye dönüş, ileriye gidiş, dinginlik... ve hepsinin sarmalı hayatı tekrar tekrar yeniden keşif. Bundandır insan etine dokunup yakan her keşif ayrı bir zevki türetir. İşte bu, sonu olmayan şiir denizi'nin ta kendisidir. İşte bunun için, doğma büyüme Ankaralı, İstanbul Boğaziçi Üniversitesi mezunu ve sıkı bir deniz sever olarak şiir kitabımın adı: "Mavi Mısralar"dır... 
-Mehmet Osman Çağlar-
(Arka Kapak)