17 Kasım 2014 Pazartesi

CESETLER MERDİVENİ - AGATHA CHRISTIE

Kitabın orjinal adı, " The body in the library ". Ne düşünerek değiştirdiler acaba? Dikkat ettim Altın Kitaplardan çıkan kitapların adlarıyla orijinal adlar çok farklı oluyor.
Agatha Christie sayısız kitapları olan dünyanın belki de en iyi polisiye yazarı. Belli bir şablonu var, bazı değişikliklerle bunun üzerine inşa ediyor romanlarını.






Bir şato, burada yaşayan yaşlı bir karı koca, hizmetçiler, uşaklar, illa ki bir kütüphane ve tabii ki kütüphanede buluna ceset. Ama o kadar usta bir yazar ki her romanı aynı merak ve heyacanla okunuyor.





Kitabın başlangıcında Bantry'lerin kütüphanesinde genç ve güzel bir kızın cesedi bulunur. Polisler gelir ve soruşturma başlar. Bu arada yaşlı bir bayan olan bayan Bantry'nin yakın arkadaşı Miss Marble geçmişte bir takım cinayetlerin çözülmesinde polise yardımcı olmuştur. Bayan Bantry bu arkadaşına bu konularda çok güvendiğinden onu da çağırır. Cesedin Ruby Keene adlı bir dansöze ait olduğu anlaşılır. Hemen kızla ilişkileri olanlar soruşturulmaya başlanır. Açıkcası bu soruşturmalar sırasında katili tahmin edemiyorsunuz. Bu da Agatha Christie'nin ustalık farkı herhalde.






Bir otelde kalan ve bir kaza sonucu engelli olan Bay Jafferson'dan bile şüphe ettim açıkcası ama katil hiç beklenmedik biri çıkıyor. :)
Bu arada hiç ilgisiz bir yerde yanan bir arabada başka bir genç kız cesedi bulunur. Soruşturma, iki cinayet arasındaki bağlantıların araştırılmasıyla daha da heyecanlı hale gelir. Polisiye seviyorsanız mutlaka Agatha Christie ' de seviyorsunuzdur. Bu da yazarın bence en güzel romanlarından biri. Okumanızı tavsiye ediyorum.

Kitap Altın Kitaplar Yayınevinden Ekim 2012 yılında çıkmış. Gönül Suveren çevirmiş.

4 Kasım 2014 Salı

TATLI RÜYALAR - ALPER CANIGÜZ




Hector Berlioz'un annesi Türk, babası ise Fransızdır. Türkiye'de yaşamaktadır. Bir gün gazetede gördüğü bir iş ilanı yaşamını altüst eder. İlanda, " Hayatımı satıyorum. 25 yaşında, iyi eğitimli, iki yabancı dil bilen, sağlıklı genç hayatının bir bölümünü satıyor. İlgilenenler aşağıdaki telefon numarasından randevu alabilirler " demektedir.





Alper Canıgüz'ün galiba ikinci romanı " Tatlı Rüyalar ." Kapağında yazdığı gibi komedi ve psiko-absürd. Ama romantiklik neresinde ben anlayamadım. Belki sonu biraz.







Hector ilanı okur okumaz bu kişiyle tanışmak için telefon ediyor ve karşısına bir kadın çıkıyor. Hector ile kadın arasında tartışmalı geçen telefon konuşması sonrasında Hector randevu alması gerektiğini hatırlıyor, bu sefer de isminin Fransız ismi olması kadında kuşku uyandırsa da randevuyu veriyor.








Hector randevu saatini biraz geçe Kartal'da bir apartmanın arkasında inşa edilmiş harabe bir müştemilat olan yere varıyor. Kendisini bisiklet tamircisi zanneden ve geç kaldığı için fırça çeken ilan sahibi Hamit'le böylece tanışıyor.






Hector, hayatının bir bölümünü satın alacağı adama, yaşam hikayesini anlatmaya başlıyor.

            " Annem orta sınıf bir ailenin on bir çocuğunun en küçüğüymüş. Güzel ve akıllıymış. Liseyi bitirdikten sonra ailesinin onu daha fazla okutmayacağını bildiğinden artist olmak için Cannes'a kaçmış. Burada babamla - ki o bir Fransız idi - tanışmışlar ve evlenmişler. Babam Amerikan - Fransız ortak yapımı bir korku filminin yapımcılığını üstlenmişti. Filmin setinde vampir rolündeki bir Amerikalıyla kavga etmiş ve adam babamı ısırmış. Babam ölmüş. Annem de ressamlara modellik etmek için Paris'e yerleşmiş. Daha sonra Türkiye'ye yerleştik ve annem de birkaç ay önce öldü. "







Romanda bu giriş bölümünün ardından Profesör Fişek Olcayto ve Şevket Hakan Tunçel karşılaşmaları ve Tunçel'in rüyasında, Hector Belioz olarak uyandığını anlatmasıyla roman bu boyuta taşınıyor.






Romandaki psikoloji derslerinin geçtiği okuldaki tartışmalar okuyucuyu sıkmayacak şekilde basit olarak anlatılmış. Ama profesör Fişek'in çok da işinin ehli biri olmadığını, zaman zaman Şevket Hakan Tunçel'in zekası karşısında aciz durumlara düştüğünü görüyoruz.

Bu romanı anlatmak çok zor aslında. tamamen absürd olaylar ve diyaloglarla dolu. Ama Alper Canıgüz'ün diğer kitapları gibi mutlaka okunması gerekir.

Arka Kapak :

Türk bir anne ile Fransız bir babadan olma Hector Berlioz -kendisi Türkiye'de yaşayan bir Fransız Türk'üdür- sıradan bir pazar sabahı kahvaltı ederken bir ilan okur ve "hayatı değişir"... "Hayatımı satıyorum! 25 yaşında, iyi eğitimli, iki yabancı dil bilen sağlıklı genç, geri kalanını temin edebilmek amacıyla hayatının bir bölümünü satıyor. İlgilenenler aşağıdaki telefon numarasına başvurarak randevu alabilirler." 
Genç yazar Alper Canıgüz'ün ilk romanı yukarıda tırnak içine alınan ilanla başlar. Tatlı Rüyalar, kitabın alt başlığında da belirtildiği gibi, gerçekten 'psiko-absürd' ve de 'romantik komedi'. Zekice kurgulanmış, bir ilk kitaptan -alışıldığı üzere- beklenmeyecek kadar iyi yazılmış, kıvrak dilli, özellikle de saçma, komik ve psikolojik... Gerçek bir serüven, gerçek bir roman... Romana sonundan bakarsanız, matrak bir romantizm de bulabilirsiniz. İşin psikoloji kısmına gelince... Yazarımız her ne kadar 1969 doğumlu genç bir psikolog ise de, burada mesleğini kötü temsil ettiği bile söylenebilir. Binyıl Kitap ekinde yayımlanan söyleşisindeki ifadeleriyle aktaralım durumu: "Tatlı Rüyalar'da psikolojinin kullanımdan ziyade 'kötüye kullanımı' mevcuttur. Psikoloji nedir ne değildir, bu konuda çoğunluğun kafasının karışık olduğunu biliyorum. Davranış örüntüleri hakkında büyük bilgi birikimine sahip olmakla birlikte iş, insan ruhunun ne menem bir şey olduğu konusuna gelince psikologların durumu da daha parlak değil diye düşünüyorum. İşte kitaptaki 'psikoloji parodisi' bununla ilgilidir." Tatlı Rüyalar, "uzun süredir keyifli bir kitap okumadım" diyenlere hiç çekinmeden " aradığınız işte bu" diye tavsiye edebileceğiniz bir kitap
Türkçe
186 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 13 x 20 cm 
İstanbul, 2007
ISBN : 9789754707885

3 Kasım 2014 Pazartesi

CEHENNEM ÇİÇEĞİ - ALPER CANIGÜZ

Gene Alper Canıgüz, gene kahramanımız  beş yaşında. Bence Alper Canıgüz şu sıralar en önemli Türk yazarlarından birisi. Psiko-Absürd, romantik ve komedi türlerini o kadar güzel harmanlıyor ki, kitaplarını okumaya başladıktan sonra elinizden bırakamıyorsunuz. " Oğullar ve Rencide Ruhlar " da roman kahramanımızın beş yaşında bir çocuk olması ve romanı onun yazmasını çok yadırgamıştım ama " Cehennem Çiçeği " nde bu durum doğal gelmeye başladı.






Kitap tamam komedi ama öyle okuyup geçemiyorsunuz. Altını çizmek, üzerinde düşünmek gereğini duyuyorsunuz. Evet roman kahramanımız beş yaşında bir çocuk. Ölen amcasının ölümü üzerine evlerinde araştırma yaparken bir resim bulur, resmin arkasında " Adalet " yazılıdır. Kahramanımız Adalet'in amcasının büyük aşkı olduğunu düşünür. Halbuki amcası Feriha ile evlidir.




Aynı sıralarda mahalleye yeni taşınmış olan Ümit'in kardeşi Mehmet'i boğarak öldürdüğünü öğrenir ama Alper Kamu burada bir gariplik olduğunu düşünerek bu gizemli olayı aydınlatmak amacıyla ailenin içine sızar.






Şimdi size kitaptan güldüren, düşündüren, hoşuma giden bazı kısımları aktarıyorum.

-  Gülmesi biraz dinince, " Tanrı gibi düşün " dedi babam, ki böyle bir yanıtı beklemiyordum. " İnanıyorsan varolup olmaması pek önemli değildir. Ayrıca en büyük inkarcının da en inançlının da içinde bir nebze kuşku vardır. Ve elbette ki, aşk da Tanrı da ölümsüzdür. "

- " Çocuğum havale geçirdi " çığlıklarıyla acil servise gösterişli bir giriş yapmaktaydık.

- " Ahh yanıyordu, doktor. Ateş, ateş.... Su gibiydi bütün vücudu. Hava alamıyordu çocuk, " şeklinde dört temel elementin üçünü içermekle beraber, doktorun sorusuna yanıt bağlamında hiçbir şey ifade etmeyen bir şeyler söyledi annem.

- " bari bir kan tahlili mi yaptırsak? " Röntgen, tomografi, EEG, MR, ampütasyon, beyin cerrahisi, karaciğer nakli gibi, sosyal sigortalar kurumunun bilaücret sağladığı muhteşem servislerin hiçbirinden yararlanamayacağımızı öğrenmenin şokunu üzerinden güçlükle atan annem, " bari bir kan tahliline " fitti şimdi.

- Burada olacak mısınız? diye sordum.
-" Ben olmasam bile başka iyi doktor abiler, ablalar var "diye teselli etmeye çalıştı beni ama bu kalbimi kırmak dışında bir işe yaramamıştı. Gerçi soruma olumlu yanıt verse, sırf onu tekrar görmek için ilaçlarımı almayacağımı anlamıştı belki de.

- Çok gelişmiş bir çocuk mu, az gelişmiş bir cüce mi yoksa sadece bir kabus muydum?

- Dünyanın tüm delileriyle aramdaki bu sessiz anlaşma hem hoşuma gidiyor, hem de biraz ürkütücü geliyordu bana.

- Yengem evde basılmaması gereken yerlerin altına mayın döşemediyse, bunun nedeni kan lekesinin çok zor çıkmasıymış.

Arka Kapak :

"Bilirsiniz, insanlar doğar, ölür ve sonra büyür."

Dünyanın en küçük dedektifi geri döndü.

Alper Kamu 9 yıl sonra, hâlâ 5 yaşında.

Alper Canıgüz'ün eşsiz kahramanı Alper Kamu'yla birlikte her türlü şiddetin hüküm sürdüğü bir atmosferde, kırık hayatların, küllenmiş aşkların ve daha nice esrarın peşinde kara mizahla yüklü yeni bir yolculuğa çıkıyoruz.

Kahramanımız, bu kez bir çocuğun ölümü ve eski bir aşk hikayesinin ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmak için uğraşırken, "İnsanlığa dair kavrayışımızı biraz daha ileri götürmeyecekse bir cinayeti çözmenin ne anlamı var ki?" diyen bir dedektife yakışacak şekilde, adalet kavramımızı sorguluyor.

Alper Kamu Cehennem Çiçeği; ilk üç romanıyla edebiyatımızda kendine özgü ayrıcalıklı bir yer edinen Alper Canıgüz'den kahkaha ve gözyaşının iç içe geçtiği büyülü bir serüven.
(Tanıtım Bülteninden)
Türkçe
224 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 13 x 19 cm 
Ankara, 2013
ISBN : 9786055162085

22 Eylül 2014 Pazartesi

8.İSTANBUL SAHAF FESTİVALİ



İstanbul'da 7 Ekime kadar sürecek muhteşem bir etkinlik var. Geçen senelerde de paylaşmıştım ama her sene hatırlatmakta fayda var mutlaka gidin ve huzur içinde birkaç saat geçirin.









Odakulenin önüne yukarıdaki dev afişleri yerleştirmişler ama gene de bilmeyenler için fuar yerini bulmak kolay olmuyor. Aslında ilk yıllarında Gezi Parkında kuruluyordu ama amcamlar artık bu parkta iki kişiden fazla insanın beraber gezmesinden korktukları için üç senedir Odakulanin arkasında kuruluyor.






Özellikle bu sene fiyatlar çok düşük. Üzülmemek elde değil. Bir liraya, üç liraya binlerce kitap var ve galiba gözüken kalabalık pek alıcı gibi görünmüyor.




Bir esnafın dediği gibi gazetenin bir lira olduğu bir ülkede üç yüz sayfa kitaplar şartlar ne olursa olsun iki lira olmamalı. Bu da herhalde ülkemizde ne kadar az kitap okunduğunun bir göstergesi.





Bir dikkatimi çeken diğer konu yabancı kitapların da çok ucuz olduğu. Ve de çeşitliliğinin çokluğu.





Aslında eski bir kitabı okumak yenisini okumaktan daha anlamlı. Düşünsenize o sararan yapraklarda nasıl bir yaşanmışlık var, bir ruh barındırıyor ve kokusu bile daha değişik.






Özel bir ilgi alanınız varsa bu konuda da birçok kitap bulabilirsiniz. Yukarıda böyle bir stand.






Etraf kalabalık gözüküyor ama çoğu esnaf yukarıda görüldüğü gibi boş boş oturuyor bu da insanı üzüyor. İlginç bir durumda neredeyse Türkler kadar yabancı insan olması. Hatta ellerinde listeler var kitap arıyorlar. Orada şöyle düşündüm. Acaba yabancı ülkeye giden bir Türk vatandaşı böyle bir etkinlikte saatler harcar mı? Hiç zannetmiyorum.







Pikaplar tekrar moda oluyor galiba. Her yer plak doluydu. Fiyatları da öyle ucuz falan değil. Bir de plak ikinci el almak bana göre çok riskli, bir çizik olsa bir işe yaramaz. Gerçi pikap meraklıları böyle cızırtılı dinlemeyi daha çok seviyorlar galiba. :))






Eski kitapların yanı sıra eski gazeteler, dergiler, kartpostallar, paralar, pullar, Teksas, Tommikslerin ilk sayılarına kadar çok geniş bir yelpazede istediğiniz her şeye ulaşmanız mümkün.













Eğer İstanbul'da yaşıyorsanız mutlaka gidin ve o güzellikle içinde gezinin. Vaktin nasıl geçtiğini anlamayacaksınız.








Ayrıca yemek yenecek, çay, kahve içilecek alanlar da var. Yeri Galatasaray Lisesini Tünel'e doğru geçince sağda Odakuleden giriyorsunuz, TRT binasının yanı.

23 Haziran 2014 Pazartesi

İSTANBUL'U YENİDEN KEŞFETMEK ( 2 ) TOPKAPI SARAYI BÖLÜM 1



Bu paylaşımda da Topkapı sarayını anlatmaya çalışacağım. Mutlaka çoğunuz görmüş, gezmiş ve bilgi sahibisinizdir. Gene de arada hatırlamamız gereken muhteşem bir yer. Saraydan çok, kendi iç düzenekleriyle bir şehir.






Gezimize yukarıda görülen Bab-ı humayun kapısından giriyoruz. Dünyada günümüze gelen sarayların en eskisi Topkapı Sarayı. Atatürk'ün emri ile 1924 den beri müze olarak kullanılıyor. Saray 1460 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış daha sonra ihtiyaçlara göre devamlı genişlemiş. Dolmabahçe'nin yapılmasına kadar 380 yıl imparatorluk sarayı olarak kullanılmış.





Saray sadece iç unsurlarıyla değil, neredeyse İstanbul'un her yerini gören manzarasıyla da muhteşem. 
Bab-ı humayün kapısından Birinci Avlu'ya giriyoruz. Burası halka açık tek alan.





 Avluya girince sol tarafımızdaki ilk bina eski karakol binası. Bugün onarılmış ve restoran olarak kullanılıyor.






Karakol binasından sonra yukarıda gördüğünüz Aya İrini Kilisesi çıkıyor karşımıza. Bizans'tan kalan en eski yapı. Bugün kilise olarak kullanılmıyor, ziyarete de kapalı. Akustiği çok iyi olduğundan bazen konserler oluyor. Aya İrini bir insan ismi değil, "kutsal huzur" anlamına geliyormuş.






Saraya doğru yürüdüğümüz zaman sağda Cellad Çeşme'sini görüyoruz. Eskiden çeşmenin arkasında cellatların barındıkları yerler varmış. Osmanlı'da adam asmak, boğmak, kelle koparmak cezaları olduğunu biliyoruz. Bu infazlar bu çeşmenin ön tarafında icra edilirmiş. Cellatlar kanlı baltalarını ve ellerini bu çeşmede yıkar, kestikleri kafaları da çeşmenin sağ ve sol yanında bulunan taşların üzerinde teşhir ederlermiş. Burası önemli çünkü görülüyor ki idam yeterli sayılmıyor bir de teşhir ediliyor. Cellatların sağır ve dilsiz olması tercih ediliyormuş.










Büyük bahçede yürümeye devam ediyoruz ve Bab-üs-selam kapısına ulaşıyoruz. Sarayın en ihtişamlı kapısı bu. Bu kapıdan geçenlerin yerlere kadar eğilerek selam vermeleri gerekiyor. Bu kapıdan geçince saraya ve müzeye girmiş oluyoruz. Bu arada belirteyim müzekartla giriş yapabiliyorsunuz. Sadece Harem'e girerken ücretli . Bu kapının bir özelliği de burada sadece padişahın atla geçebilmesi.
Bab-üs- selam'dan girdikten sonra sarayın bölümlerine doğru beş yol var. En sağdaki yol dünyanın en zengin çini koleksiyonlarından birisinin sergi alanı olan Saray Mutfakları'na gidiyor. Ortadaki yol Bab-üs-sa'deye, onun solundaki üçüncü yol divanın toplandığı Kubbealtı'na, dördüncüsü haremin girişine ve en soldaki beşinci yol ise sarayın ahırlarına gidiyor.







Yukarıda Divan'ın toplandığı Kubbealtı. Divan'a ilk önceleri padişahlar başkanlık etmiş, daha sonra bu görev sadrazamlara verilmiş.












Yukarıda Divan'ın içinden görüntüler. Divan'daki toplantılara sadrazam, vezirler, kazaskerler katılırmış. Padişah başkanlık edermiş. Daha sonra padişahın toplantıları küçük bir kafesten takip etmesi uygun görülmüş. Divanda, toplantılar bire bir tutanağa geçirilir, alınan kararlar hemen yazılırmış. Sonra bu karar padişaha arz edilirmiş.
Divan'ın olduğu avlu Fatih zamanında düzenlenmiş, Kanuni'de görkemli bir hale getirmiş. Burada yılda dört kere ulufe törenleri yapılırmış. Yani yeniçerilere üç ayda bir yapılan maaş ödemesi. Törenin muhteşemliğini görsünler diye yabancı elçiler de çağırılırmış. Böyle günlerde bazen on beş bin kişiye yemek pişirilirmiş.

İkinci Avlu'nun solunda kubbealtından hareme ve has odaya giden yola " Altın Yol" deniyor. Burada padişah haremdeki kadınlara altın dağıtırmış.
Üçüncü avlunun giriş kapısı, "Bab-üs-sade yani Saadet, Mutluluk Kapısı.









İlk önce karşımıza Arz Odası çıkıyor. Divan üyeleri, divan toplantılarında alınan kararları uygulayabilmek için padişaha burada arz ederlermiş. Bu kapıyı Akağalar beklermiş. Akağalar, Rumeli ve Anadolu'dan getirilen ve hadım edilen saray hizmetlilerine denirmiş.










Topkap Saray'ı öyle bir postta anlatılacak bir yer değil. Onun için bu yazıya devam edeceğim ileriki günlerde. Sizi Saray'ın manzaralarıyla başbaşa bırakıyorum. Bu arada içeride Konyalı Restoran'ın bir yeri var. Önündeki listeye bakın girmeden önce, sonra zaten girmezsiniz. Bir porsiyon döner 60 tl. örneğin. :))

17 Haziran 2014 Salı

İSTANBUL'U YENİDEN KEŞFETMEK ( 1 )





İstanbul doğasıyla, tarihi dokusuyla, kültürüyle, karışıklığıyla dünyanın en önemli şehirlerinden birisi.  O kadar büyük ve karışık bir şehir ki ne kadar gezerseniz gezin, ne kadar bilirseniz bilin gene de görmediğiniz bir yerler mutlaka kalır. Bir de İstanbul deyince Boğaz ve Nışantaşı'nı bilenler var sadece onlar zaten umutsuz vaka. Çoğu tarihi yerlerini eskiden gezmiştik ama bir daha gezmeye değer yerlerini görmeye, yani İstanbul'u yeniden keşfetmeye karar verdik. Yazarı Ayşegül Kaya olan " İstanbul Bitmeden" adlı nefis bir rehber kitap var. O kitabı elimize aldık ve Sultanahmet Meydan'ına geldik.

Karşımızda bütün heybetiyle Sultanahmet Camii. I. Ahmet yaptırmış. Benim en sevdiğim padişah. Çünkü "kardeş katli" kanunnamesini kaldırtmış.











I. Ahmet bu camii yaptırdıktan kısa süre sonra 27 yaşında ölmüş. İlk defa bir padişah savaş ganimetleriyle değil, Osmanlı İmparatorluğu bütçesinden ayrılan parayla bir camii yaptırmış. Ama buna halk küsmüş ve 2 yıl bu camiye uğramamış. Bir özelliği de 6 minareli tek camii olması. O zamana kadar 6 minareli tek camii Mekke camisiymiş. Bunun için I. Ahmet küstahlıkla suçlanıyor o da gitmiş Mekke camisine 7. minareyi yaptırmış. Sultanahmet Camisi, sedef kakmalı kapısı, mavi çinileri, mermer mihrabı ile bir başyapıt. I. Ahmet Sultanahmet Cami'sinin avlusundaki türbede yatıyor.








Tekrar meydana çıkıyoruz. Solda yeşil kubbeli Alman Çeşme'sini görüyoruz. Alman İmparatoru  II. Wilhelm II. Abdülhamit'e hediye etmiş.  Wilhelm hediye etmiş ama İstanbul'a ilk gelişinde Osmanlı Ordusuna Alman tüfeklerinin satışını, ikinci gelişinde de İstanbul-Bağdat demiryolunun Alman firmalarına verilmesini sağlamış. :))
Tekrar meydan da dolaşmaya başlıyoruz. Havuzun olduğu bir alan karşımıza çıkıyor. Burada ahali, sıradan insanlar yargılanır ve idam edilirmiş. 1965 yılına kadar burada idamlar gündüz ve halk önünde devam etmiş. Bu tarihte çıkan bir yasa ile gece ve cezaevlerinde yapılmış.








Geliyoruz sütunlara. Bugünlere ulaşabilen üç adet sütun kalmış.Mısır Obeliski, Örme Sütun, Yılanlı sütun. Yukarıda görülen Mısır Diklitaşı Mısır Firavunu III. Tutmosos için yapılmış. İstanbul'un en eki eserlerinden biri. Nasıl getirildiği günümüze kadar anlaşılamamış ama Karnak'tan İstanbul'a getiriliyor ve Hipodrum'a dikiliyor. Hatta daha da uzunmuş zamanla kırılmış. Sütun pembe granitten yapılmış, üzerinde de hiyeroglif yazılar var.







Sütun buraya yerleştirilirken altına yukarıda gördüğünüz kabartmalı kaide yerleştirilmiş. Bu kabartmalarda imparatorluk locasının görünümü, törenin nasıl yapıldığı gösterilmiş.






Yukarıda birbirine dolanmış üç yılanın bedeninden oluşan Yılanlı Sütun'u görüyoruz. Yapıldığı tarih bilinmiyor. İmparator Konstantin tarafından Delphi şehrindeki Apollon Tapınağı'ndan getirildiği sanılıyor. eskiden Yılanlı Sütunun başları üzerinde altından bir sacayağı, bu sacayağının üzerinde de altın bir kazan varmış. Bu kazanın ne olduğu bilinmiyor. :( Rivayete göre bizans döneminde yarışmaların, kutlamaların yapıldığı günlerde sütundaki yılanların birinin ağzından süt, diğerinden su, birinden de şarap akarmış. 17. yüzyılın sonlarına doğru yılanların başları da yok olmuş.






Örme sütun 32 metre yükseklğinde, kimin yaptırdığı bilinmiyor ama VII: Konstantin tarafından onarılmış. Kesme taşlardan her birinin Anadolu'nun değişik yörelerinden toplanarak inşa edildiğine göre bir rivayet var. Bir inanışa göre Örme Sütunun içinde çok güçlü bir mıknatıs varmış. Bu muknatıs, İstanbul'u depremlerden koruyormuş. Bu sutun ayakta kaldığı sürece, kıyamete kadar da kenti depremlerden koruyacakmış. Yani olması beklenen büyük İstanbul depreminden korkmamıza gerek yok. :))












Ayasofya Camisi'nin duvarlarının bitiminde karşımıza bütün heybetiyle Hürrem Sultan Hamamı çıkıyor. Hürrem'i artık tanımayanımız yok. :)) Osmanlı İmparatoluğu'nda ismini "özel" olarak yazdırmış, ismi İstanbul'da bir semte (Haseki) verilmiş. Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi, Osmanlı tarihinde hiçbir kaynak olmamasına rağmen dedikodusu en çok yapılan kadın. Hürrem Sultan İstanbul'un en büyük hamamını büyük mimar Sinan'a yaptırtmış. 1556 yılında tamamlanmış ve çifte hamam olarak inşa edilmiş. Eskiden yerinde bir Bizans hamamı varmış. Harap halde olan hamam onarılarak Kültür Bakanlığına verilmiş ve halı satışı için kullanılmaya başlanmış. 2010 yılından itibaren gene hamama dönüştürülmüş.
Bundan sonraki postun konusu Osmanlı İmparatorluğu'nun muhteşem sarayı Topkapı.