28 Nisan 2014 Pazartesi

BATSIN BÖYLE GAZETECİLİK - DERYA SAZAK





Milliyet'te yayınlanan, "İmralı Notları" üzerine Başbakan'ın "Batsın Sizin Gazeteciliğiniz" sözü bu kitabın ana konusu. Kitapta çok çarpıcı, hatta tüyler ürpertici gerçekler var. İnsan; hakkın, hukukun, adeletin olmadığı nasıl bir ülkede yaşıyorum diye düşünmeden edemiyor.








Düşünün Erdoğan Demirören Milliyet'i satın alıyor ve gazetenin başına kimi getireceğini Başbakan'a soruyor. Demirören'ler hükümet aleyhine yazılan her yazıdan sonra Başbakan'dan özür diliyorlar. Medyanın baskı altında olduğunu zaten biliyorduk da kitapta " bu kadar da olmaz" diye düşüneceğiniz birçok olay var.








Milliyet taa çocukluğumdan beri okuduğum, başlık logosunun altında " Basında Güven" sloganı olan bir gazete. "İmralı Notları" nı yayınlayarak müthiş bir gazetecilik dersi verdi. BDP heyetinin İmralı'da Öcalan'la toplantısını nokta, virgülüne kadar yazdılar. Bu hükümetin işine gelmedi ve kıyım başladı.








Hasan Cemal, Can Dündar, Derya Sazak hepsi Başbakan'ın emriyle nasibini aldı. Milliyet gazetesi sabotajcı, vatan haini ilan edildi. Halbuki 50.000 insanın öldüğü bir sorunun çözümüne dair yapılan bir görüşmenin tam metnini yayınlamanın neresi vatan hainliği?







Bunun üzerine Başbakan'ın ve Başdanışmanı Yalçın Akdoğan'ın gazetenin sahiplerini arayarak baskıları başlıyor. Daha da ilginci şikayetler gazetenin genel yayın yönetmenine değil, direkt olarak gazetenin sahiplerine yapılıyor.

Kitabın ikinci kısmı " Gezi" ağırlıklı. 17 gün boyunca Derya Sazak ve Can Dündar sabahlara kadar yerinde geziyi takip ediyorlar ve yazılarını gazeteye geçiyorlar.








Bu da tabii ki iktidar partisini çıldırtıyor ve Can Dündar'ın gazeteden atılması isteniyor. Daha sonra da Derya Sazak'ın kellesi isteniyor. Ve tek yol gitmek kalıyor..
Çok hayret edeceğiniz, olamaz diyeceğiniz birçok olay var kitapta. Nagehan Alçı'nın, Yiğit Bulut'un Milliyet'e alınması isteniyor. Erdoğan Demirören'in iki cinayet olayına karıştığı ama Turgut Özal zamanında bunun örtbas edildiğini öğreniyoruz. Mit, Sıkıyönetim Komutanlığı dosyaları hazırlıyor, çok gizli ibaresiyle dosyalar Cumhurbaşkanı'nın masasına geliyor ama Semra Özal bu  zarfları alarak Erdoğan Demirören'e teslim ediyor. Nası bir ülkedir bu ya?
Bu kitabı mutlaka okuyun. Bir dönem kitabı. İbretle, şaşkınlıkla, üzülerek, kahrolarak okuyacaksınız.

18 Nisan 2014 Cuma

GABRİEL GARCİA MARQUEZ





Yüz yıllık yalnızlık sona erdi.  
"Kaybedecek bir şeyi olmayanlardan korkmalısın. Çünkü onlar, kazanmak için her şeyi yaparlar." diyen büyük Kolombiya'lı yazar dün öldü.








" Bir sona geldiğin için ağlama, onu yaşadığın için gülümse."

Aşağıda yazarı ölmeden önce kaleme aldığı "Yaşama Veda" yazısı. Işık içinde yatsın.




Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni 
ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama 
en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve 
düşünürdüm. 
Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. 
Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye 
boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm. 
İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır. 
Baskaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken 
uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı 
dondurmanın tadından zevk almaya bakardım. 
Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, 
sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım. 
Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve 
güneşin göstermesini beklerdim. 
Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti 
şiirleri okur ve serenatlar söylerdim. 
Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını 
hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim. 
Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı... Gün geçmesin ki, 
karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve 
erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna 
ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. 
Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne 
kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanr. 
Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak 
sağlardım. 
Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini 
öğretirdim. 
Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm 
insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların 
zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. 
Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu 
kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim. 
Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim 
pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir 
şekilde... 
Artık ölebilir miyim?

3 Nisan 2014 Perşembe

ATATÜRK ARBORETUMU




Evimizin çok yakınında bir saklı cennet varmış da haberimiz yokmuş. İsmini çok duymuştum ama bu kadar yakınımızda olduğunu bilmiyordum, aslında utanılacak bir durum. Belgrad ormanının girişinde 296 hektarlık bir orman parçası üzerinde yer alan canlı bitki müzesi. İçerisinde 2000 tür bitki barındıran, 3 gölet bulunan; göletlerde yılan, su kaplumbağaları, ördekler var, insana huzur veren bir yer. 






Geniş halk kitlelerine, özellikle ilköğretim ve lise öğrencilerine doğa sevgisi aşılamak, doğa bilincinin gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla eğitim çalışmaları yapmak Arboretumun kuruluş amaçlarından biri.






Hemen girişte bulunan ilk gölet. Etrafı taş bahçeler ve bu bahçelerde yetişen çiçeklerden oluşuyor.






Rengarenk ağaçlar ve yeşilin onlarca tonu.








Hayvanla içeriye girilmemesi isteniyor. Çiçek kopartılmamalı, tohum ve meyve toplanmamalı. Çok yerinde kurallar ve inanılması güç ama harfiyen uyuluyor.









Her bir ağacın, bitkinin altında böyle bilgiler veren etiketler var. Dünyanın her yerinden gelip araştırmalar yapılıyormuş.






İstanbul'un en eski yangın kulesiymiş. Girişte kuleye çıkılabileceği yazıyordu ama ahşap merdivenler hiç güven vermedi, hem de bu kiloyla deneyemedim. :)))) Tepesinden bütün İstanbul'u gördüğü söyleniyor.






Burası da geyiklerin dolaştığı bir alanmış ama biz rastlamadık.





Burası da yönetim binası. Arboretum içinde yolların kenarları bile ahşap, hemen bir orman yolunda olduğunuzu hissediyorsunuz.






Bunlarda yerlerde kendinden çıkmış papatyalar. İçeride yürümek için 3 parkur var. Göl çevresi turu, küçük gölet turu ve çamlı yol turu. Üçü de 90 ar dakika sürüyor. Yani fotograf falan çekmeden , oturmadan sürekli yürüyerek 4.5 saatte gezilebiliyor.






Her yerde ördekler var.









Çocukların apartmandan çıkıp koşup oynayacağı ideal bir yer ama bütün parkuru böyle birbirlerine sarılmış olarak geziyorlar. Düşününce öğretmen haklı. Rahatlıkla kaybolunacak bir bitki örtüsü, göletlere düşme olasılığı bu tedbire sebep olmuş. Öğretmenleri şarkılar söyleterek oyalamaya çalışıyordu ama laf aramızda öğretmenin sesi felaketti. :))))





Bunlar bataklığın içinde dev ağaçlar. Adları da, " Amerikan bataklık servisi ".








Ne kadar ilginç ağaçlar değil mi?







En hayret ettiğim bu kaplumbağalar oldu. Bir tane de arada yavru var dikkat ettiniz mi? Küçücük gölette balıklar, ördekler hatta kuğu, yılanlar, kaplumbağalar gül gibi geçiniyorlar.






İçeride her yer tertemiz pırıl, pırıl. Çimlere yayılmış insanlar, piknik yapanlar falan yok.










Böyle ilginç yüzlerce ağaç var. Aslında hepsinin altında etikette hikayesi de anlatılıyor.





Demin bahsetmiştim gene bataklık içinde dev bir ağaç.






Buraya da gelmiş kadın lobisi. Olmasa şaşardım zaten. :))))






En şaşılacak şey içeride yemek ve meşrubat satılan su da dahil hiçbir yer yok. Piknik yapmak zaten yasak. Ama yanınızda sandviç türü şeyler getirebiliyorsunuz. Banklar var oturup yiyebilirsiniz. İstanbul'da yaşıyorsanız ve eğer bu zamana kadar burayı gezmediyseniz mutlaka gidin ve doyasıya gezin. Tam da zamanı çok sıcaklarda gezilmez.