27 Şubat 2014 Perşembe

SADBERK HANIM MÜZESİ




Bugünden itibaren İstanbul'un müzeleri, Boğaz'daki tarihi yalıları gezdiğim ve bildiğim kadarıyla anlatmaya çalışacağım. İlk olarak Sarıyer'deki Sadberk Hanım müzesi. İçeride fotograf çekmek yasak onun için detay fotograflar yok. Sadberk Hanım Müzesi 1980 yılnda Vehbi Koç Vakfı tarafından kurulmuş. Azaryanlar Yalısı ve yanındaki başka bir yalıyla beraber iki ahşap yapıdan oluşuyor.







Müze koleksiyonunda bulunan eserlerin büyük bölümünü, Vehbi Koç'un eşi Sadberk Hanım'ın yaşamı boyu topladığı etnografik eserlerle, Vehbi Koç Vakfı tarafından 1981 yılında satın alınan Hüseyin Kocabaş koleksiyonunda yer alan arkeolojik eserler oluşturmaktadır.
Birinci katta Osmanlı dönemlerine ait eserler sergileniyor. Bu eserler madeni eserler, tuğralı gümüş eserler, şamdanlar, tombak ve pirinç eserler, kılıç, ok, miğfer, hokkalar, yazı takımları,  değerli taşlarla süslü kemer tokaları, altın baş süslemeleri, mücevherli aksesuarlar, İznik, Kütahya çini ve seramikleri. Bu katta ayrıca Timur ve Anadolu Selçuklu dönemine ait bazı eserler de var.




İkinci katta ise ; işlemeli entariler, bindallılar, gelinlikler, peşkirler, hamam takımları, para ve saat keseleri, iğne oyaları sergilenen eserlerden bazıları. Ayrıca bu katta yer alan Sünnet Odası ve Lohusa Odası anlamına uygun,dönemi yansıtan etnografik eşya ve aksesuarlarla döşenmiş. Benim burada bir şey dikkatimi çekti. Sergilenen elbiseler, gelinlikler, padişah hamınlarına ait elbiseler hepsi çok uzun. Sanki Osmanlı'larda hanımlar çok uzun boylu gibi bir izlenim bırakıyor. :))))

İkinci bina 1988 yılında hizmete açılmış. Üç kattan oluşan bu binada ise arkeolojik eserler sergilenmekte. Neolitik Devirden başlayarak Bizans Çağı sonuna kadar  uzanan zamanlara ait arkeolojik eserlerin kronolojik sıraya göre sergilendiği bu bölüm, küçük bir Anadolu Uygarlıkları Müzesi görünümünde.






Sergilenen eserler; Neolitik, Kalkolitik, Bronz ve demir Çağlar ile Hitit, Frig, Urartu, Lidya, Miken, Klasik, Hellenistik, Roma ve Bizans Çağlarına ait pişmiş toprak, taş, maden ve camdan yapılmış çeşitli eserlerden oluşmaktadır. Ayrıca tanrıça heykelcikleri, çivi yazılı tabletler, gaga ağızlı testiler, pişmiş toprak kandil ve vazolar, İskender sikkeleri, Urfa mozaiği, altın ve gümüş takılar müzede bulunan önemli eserlerin bazıları.






 Müzenin arka bahçesinden bir görünüm.






Başka bir görünüm. İleride yığılı olarak amforaları görüyorsunuz.








Bu da bahçede dev bir manolya ağacı. O da tarihi herhalde. Müze bir tek çarşamba günleri kapalı. Müze kart plus geçerli.  Müzeye giriş 7 tl.Eminönü'nden, Beşiktaş'tan yapılan Boğaz turlarında inip sonra gene aynı biletle yolunuza devam edebiliyorsunuz. Ayrıca güzel bir havada Sarıyer görülmeye değer bir yer. Deniz kenarında oturup çayınızı, kahvenizi içebilir veya sahildeki şirin balıkçı lokantalarında demlenebilirsiniz. Dönerken de taze balığınızı alabilirsiniz. Hem de şehrin kalabalığından uzak güzel bir gün geçirirsiniz.

11 Şubat 2014 Salı

BEN YABANCI DEĞİLİM - LESLEY ETHEM




İngiliz vatandaşı Lesley ve Türk eşi Selim Bey Suudi Arabistan'da yaşamaktadırlar. Selim Bey Osmanlı hanedanlığından gelmektedir. Selim Bey'in Türkiye'de daha doğrusu Ege'de yaşamak özlemi neticesinde Marmaris'in bir köyü olan Dereköy'e yerleşirler. Kitap Lesley'in anlatımıyla o günlerden bahseder ama okurken ben birçok çelişki de gördüm. Bir kere yazar tam bir İngiliz olmanın getirdiği kendini üstün görme, çevreyi ve insanları küçümseme söylemlerine giriyor. Bunu açıkça belirtmiyor hatta tam tersini söylemek ister gözüküyor ama hep bir iğneleme olduğunu hissediyorsunuz. Uzun süre ekmekteki çörek otlarını fare pisliği zannetmesi, insanlara güvensizlik, köylü oldukları için insanları mazur görme çabası, insanların hiç olmadığı doğa içinde bir yere yerleşmenin getirdiği olumsuzlukları anlatırken aslında hep bir küçümseme hissediliyor.



Yerleştikleri yer yolu bile olmayan hatta eve ulaşmak için nehirden falan geçmeleri gereken, geceleri yaban domuzlarının yakınlarına kadar geldiği doğa içinde bir yer. Tabii insan düşünmeden edemiyor, yazarın memleketi İngiltere'de aynı konumda bir yerde şartlar daha mı iyi olacaktı?







Gene çelişkili bir durum: Yazarın eşi Selim Bey Türkiye'ye gelmeyi çok arzuluyor, hemen yer bulup bir kulübe yapıp asıl evleri olana kadar orada oturuyorlar ama Selim Bey üç yıla yakın bir süre buraya gelmiyor. Aslında belli ki yazar bu şartlara severek katlandığını anlatmak için yazmış ama bence Türkiye'yi çok küçümsüyor. Örneğin köyde nüfus sayımı yapılacak, sayım memurlarını beklerken civar yerlerden eş, dost, tanıdıkları eve dolduruyorlar ki nüfus fazla çıksın da kasaba olsunlar. Böyle bir şey olabilir mi? Tamam seçime hile karışır ama bu kadar aleni, gayrıciddi bir sistem olur mu? En azından aylar önceden muhtarlığa resmi kayıt gerekir.








Gerçi zamanla kendini oradaki insanlarla bir görmeye başlıyor, oranın adetlerini öğreniyor ve hatta kendini "köylü" olarak görüyor ve bundan çok memnun oluyor. Bunu anlatan paragraf şöyle,
" Oradaki ilk yabancı sıfatıyla Dereköy'e gelişimin üzerinden on dört sene geçti. Neyse ki ben komşularımın yolunu yordamını öğrendim, buna karşılık onlar da benimkilere ses etmedi. Artık onlardan biriyim, bir köylüyüm. Bundan daha büyük bir mükafat olamaz benim için."




5 Şubat 2014 Çarşamba

BODRUM'DA YENİDEN O.GÖNENÇ




Yazar aslında hareketli ve değişken bir yaşamı olmasına rağmen bu yaşantıyı çok tekdüze buluyor ve kafasını Bodrum'a yerleşmeye takıyor. Böyle olunca da büyük şehir fobisi başlıyor ve yaptığı her iş, gittiği her yer batıyor.







Bodrum'da bir meyhanede içerken şöyle düşünüyor. " Şu sırada İstanbul'da bütün akrabalarım, eşim, dostum, arkadaşlarım sıcak evlerinde televizyon izliyorlar, sıcak çaylarını içiyorlar. Sabah kalkıp işlerine gidecekler, akşam gene aynı terane. Belki hafta sonu yapacakları ufak bir aktivite için cumartesiyi iple çekecekler. Bütün yaşam bu. Halbuki insanoğlunu ileriye götüren, yeni tatlar, yeni güzellikler değil midir? "








" Bodrum adamı vezir de eder, rezil de" diye bir halk deyişi vardır. Yazarımız Bodrum'a yerleşiyor ve bu deyişe uygun olarak çok şeyler yaşıyor.
Bu kitabı okuyup da yaşadığı yeri terk edip Bodrum'a yerleşen çok olmuş. Bodrum'da 17 sene yaşamış biri olarak yazarın yaşadığı birçok iyi, kötü olayı bire bir biz de yaşadık. Ama oralarda sürekli yaşamak bir hafta, on günlüğüne tatile gelmekle bir değil. Özellikle alt yapı hiç olmadığından kış ayları kabusa dönüşüyor.








Yazarın maddi olanakları iyi olduğundan bu maceraya gözü kapalı giriyor. Tekneydi, evdi, fotograf çekimi derken yaşam hem güzel, ama karısı ve yakın çevresindekiler için hiç de istedikleri gibi gitmiyor. Bu sefer ailevi sorunlar başlıyor.








Bir Bodrumsever iseniz mutlaka okuyun. Kararı siz verin, belki siz de kitabın peşinden sürüklenip kendinizi Bodrum'da bulursunuz. :))))


"…o küçük meyhanede tek başıma otururken, dostlarım ve arkadaşlarım aileleriyle beraber sıcak evlerinde mutlu, televizyon izleyip demli çaylarını içiyor veya apartman yaşamının bir başka iç bayıcı işiyle uğraşıyordu. Ertesi sabah uyanıp yıllardır yaptıkları aynı iş için evden ayrılacak, her akşam bilinen saatte dönecek, küçük bir değişiklik için hafta sonunu bekleyeceklerdi. Programlanmış hayatlarını bu tekdüze sıkıcılık içinde tamamladıktan sonra yaşlılık hastalıklarından birine yakalanıp öleceklerdi.
Hayır, asla bunu kabul edemezdim. Sürekli değişiklik aratan, sürekli yeni doyumlar, yeni tatlar, yeni güzellikler araştıran duygu değil miydi insanoğlunu ileriye ve yeniye götüren?
Kırk yıl kadar önceydi, Bodrumlu yaşlı dostum elini haritada Bodrum yarımadası üzerinde gezdirerek; "Burası adamı vezir de eder, rezil de" demişti. Ondan kırk yıl sonra bu kez ben elimi yarımada haritası üstüne koyarak, "Biliyorum, öğrendim." diyorum. 
Bu kitapta İstanbul'dan nasıl "rezil" halde gelmişken Bodrum'da kendi ölçülerimde "vezir" olmamın öyküsü var. Sadece o mu? Bu kırk yıldaki değişimin gözlemleri, belgeleri, anıları da…
Türkçe
320 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 20 cm 
İstanbul, 2011
ISBN : 9786055882808