26 Mart 2014 Çarşamba

SICAK KÜLLERİ KALDI - OYA BAYDAR





Oya  Baydar'ın çok eski bir romanı. Ama okumayan varsa Türkçe nasıl kullanılır, edebi eser nedir ; sırf bunları anlamak için okumağa değer. Hani bazı kitapları atlayarak falan okursunuz bu roman o türden değil. Her cümleyi sindire sindire okumak gerekiyor. Aslında zamanında çok işlenmiş bir dönem romanı.1980 darbe öncesi ve sonrası yaşanan olaylar sol görüşlü insanların bakışıyla anlatılıyor.









Roman içinde çok büyük bir aşk da barındırıyor. Ülkü ekonomik durumu iyi olmayan bir aileden gelmektedir, iyi eğitim almıştır ve sol görüşlüdür. Aşık olduğu Murat Arın ise zengin bir ailedendir ve önemli bir bürokrat olmuştur.







Hikaye Paris'te morgda başlıyor. Romanın anlatıcısı da olan Ülkü'nün, " ben bu ölüyü daha önce görmüştüm" cümlesi romanın başlangıcı. Paris'te bir gazetede çalışan Ülkü, bir gün önce basın toplantısını izlediği bir Türk diplomatın cesedini teşhis için çağrılır. Bu diplomat aynı zamanda eski sevgilisi Murat Arın'dır. Ülkü o anda çocukluğuna, İstanbul'da burslu okuduğu Fransız okulundaki gençlik yıllarına gider. Teşhis ettiği sevgilisinin cesedi 1980 darbesi sonrasında Türkiye'den kaçmak zorunda kaldığında annesine bıraktığı oğlunun babasıdır. Aslında birbirlerine aşıkken evlenememelerinin sebebi Arın Murat'ın zengin ve aristokrat ailesinin oğullarına Ülkü'yü layık görmemeleridir. Murat daha sonra alkolik bir kadınla evlenmiştir ve mutsuzdur.








Ülkü Murat Arın'la ayrıldıktan sonra kominist bir liderle evlenir. Ömer eskiden beri Ülkü'yü sevmektedir ve murat Arın'dan olan çocuğu benimser ve kabul eder.
Birgün Arın Murat Ülkü'yü arar, onu Avrupa ülkelerini Türkiye'de demokrasinin gelişmekte olduğunu ikna için yapacağı basın toplantısını izlemeye çağırır. Sonrasında da akşam yemeğine davet eder. Bu aşamada Ülkü aşklarının ilk başlamasından, devamlı gittikleri yerlere, beraber yaşadıklarını ve en son da Murat Arın'ın Büyükada'daki köşklerinde veda gecesine kadar bir yolculuk yapar. Ülkü o gece aralarında aşılamaz engeller bulunduğunu, aşkın bu engelleri aşmaya yetmeyeceğini anlar ve erkenden veda etmeden Ada'dan gider.

Arın Murat basın toplantısında beklenenin aksine Türkiye'deki gerçek durumu, faşist dönemleri, antidemokratik baskıları anlatmaya başlar. Ülkü bu durumda hem şaşırmıştır, hem de kuşkulanmıştır. Bu ikilem içindeyken tekrar eskilere döner, sosyalist harekette sıradan biri olan Ülkü, lider konumundaki kocası Ömer'le geçen zor yıllara gider. İşkencelere , hapishanede geçen zor yıllaradır bu sefer yolculuğu.

Kitabın ara bölümlerinde 1980 darbe sonrası çocuğunu annesine bırakarak ;Moskova'ya kaçan Ülkü'nün kocası Ömer'in yanına gittiğini öğreniyoruz. Çocuğu genç delikanlı olduğu sırada hücre evi diye yapılan bir baskında öldürülüyor. Ülkü Moskova'da kocasının inançlarından kuşkuya düşüyor, zaten büyük bir aşkla bağlanmadığı Ömer'i bırakarak Fransa'ya iltica ediyor.

Konferansın sonrası yemekte Murat Arın, neden ve nasıl bu kadar değiştiğini, gerçekleri daha iyi görmeye başladığını açıklamaya başlar. Ülkü'nün oğlunun nasıl öldüğünü araştırmış, bu tür cinayetlerde devletin ve dolayısıyla kendisinin payını kabul etmiştir. Ancak Ülkü'nün öldürülen oğlunun kendi oğlu olduğunu hala bilmemektedir. Arın Murat dünyanın başka bir yerinde Ülkü ile yeni bir hayata başlamak istediğini anlatırken, Ülkü içindeki bu aşkın bitmek üzere olduğunu hüzünle fark eder. O gece ayrılırlarken Arın Murat mutludur.

Arın Murat gece restorandan çıktıktan sonra öldürülmüştür ve ölümünden önce onu son gören Ülkü'dür. Fransız makamlarının soruşturmasından sonra bu defa da cinayeti araştırmak için Türkiye Büyükelçiliği'ne tanık olarak çağrılır. Burada Murat'ın karısı ve kızı ile karşılaşır.

Ülkü Türkiye'ye döner. Ege'de bir adaya yerleşir.

27 Şubat 2014 Perşembe

SADBERK HANIM MÜZESİ




Bugünden itibaren İstanbul'un müzeleri, Boğaz'daki tarihi yalıları gezdiğim ve bildiğim kadarıyla anlatmaya çalışacağım. İlk olarak Sarıyer'deki Sadberk Hanım müzesi. İçeride fotograf çekmek yasak onun için detay fotograflar yok. Sadberk Hanım Müzesi 1980 yılnda Vehbi Koç Vakfı tarafından kurulmuş. Azaryanlar Yalısı ve yanındaki başka bir yalıyla beraber iki ahşap yapıdan oluşuyor.







Müze koleksiyonunda bulunan eserlerin büyük bölümünü, Vehbi Koç'un eşi Sadberk Hanım'ın yaşamı boyu topladığı etnografik eserlerle, Vehbi Koç Vakfı tarafından 1981 yılında satın alınan Hüseyin Kocabaş koleksiyonunda yer alan arkeolojik eserler oluşturmaktadır.
Birinci katta Osmanlı dönemlerine ait eserler sergileniyor. Bu eserler madeni eserler, tuğralı gümüş eserler, şamdanlar, tombak ve pirinç eserler, kılıç, ok, miğfer, hokkalar, yazı takımları,  değerli taşlarla süslü kemer tokaları, altın baş süslemeleri, mücevherli aksesuarlar, İznik, Kütahya çini ve seramikleri. Bu katta ayrıca Timur ve Anadolu Selçuklu dönemine ait bazı eserler de var.




İkinci katta ise ; işlemeli entariler, bindallılar, gelinlikler, peşkirler, hamam takımları, para ve saat keseleri, iğne oyaları sergilenen eserlerden bazıları. Ayrıca bu katta yer alan Sünnet Odası ve Lohusa Odası anlamına uygun,dönemi yansıtan etnografik eşya ve aksesuarlarla döşenmiş. Benim burada bir şey dikkatimi çekti. Sergilenen elbiseler, gelinlikler, padişah hamınlarına ait elbiseler hepsi çok uzun. Sanki Osmanlı'larda hanımlar çok uzun boylu gibi bir izlenim bırakıyor. :))))

İkinci bina 1988 yılında hizmete açılmış. Üç kattan oluşan bu binada ise arkeolojik eserler sergilenmekte. Neolitik Devirden başlayarak Bizans Çağı sonuna kadar  uzanan zamanlara ait arkeolojik eserlerin kronolojik sıraya göre sergilendiği bu bölüm, küçük bir Anadolu Uygarlıkları Müzesi görünümünde.






Sergilenen eserler; Neolitik, Kalkolitik, Bronz ve demir Çağlar ile Hitit, Frig, Urartu, Lidya, Miken, Klasik, Hellenistik, Roma ve Bizans Çağlarına ait pişmiş toprak, taş, maden ve camdan yapılmış çeşitli eserlerden oluşmaktadır. Ayrıca tanrıça heykelcikleri, çivi yazılı tabletler, gaga ağızlı testiler, pişmiş toprak kandil ve vazolar, İskender sikkeleri, Urfa mozaiği, altın ve gümüş takılar müzede bulunan önemli eserlerin bazıları.






 Müzenin arka bahçesinden bir görünüm.






Başka bir görünüm. İleride yığılı olarak amforaları görüyorsunuz.








Bu da bahçede dev bir manolya ağacı. O da tarihi herhalde. Müze bir tek çarşamba günleri kapalı. Müze kart plus geçerli.  Müzeye giriş 7 tl.Eminönü'nden, Beşiktaş'tan yapılan Boğaz turlarında inip sonra gene aynı biletle yolunuza devam edebiliyorsunuz. Ayrıca güzel bir havada Sarıyer görülmeye değer bir yer. Deniz kenarında oturup çayınızı, kahvenizi içebilir veya sahildeki şirin balıkçı lokantalarında demlenebilirsiniz. Dönerken de taze balığınızı alabilirsiniz. Hem de şehrin kalabalığından uzak güzel bir gün geçirirsiniz.

11 Şubat 2014 Salı

BEN YABANCI DEĞİLİM - LESLEY ETHEM




İngiliz vatandaşı Lesley ve Türk eşi Selim Bey Suudi Arabistan'da yaşamaktadırlar. Selim Bey Osmanlı hanedanlığından gelmektedir. Selim Bey'in Türkiye'de daha doğrusu Ege'de yaşamak özlemi neticesinde Marmaris'in bir köyü olan Dereköy'e yerleşirler. Kitap Lesley'in anlatımıyla o günlerden bahseder ama okurken ben birçok çelişki de gördüm. Bir kere yazar tam bir İngiliz olmanın getirdiği kendini üstün görme, çevreyi ve insanları küçümseme söylemlerine giriyor. Bunu açıkça belirtmiyor hatta tam tersini söylemek ister gözüküyor ama hep bir iğneleme olduğunu hissediyorsunuz. Uzun süre ekmekteki çörek otlarını fare pisliği zannetmesi, insanlara güvensizlik, köylü oldukları için insanları mazur görme çabası, insanların hiç olmadığı doğa içinde bir yere yerleşmenin getirdiği olumsuzlukları anlatırken aslında hep bir küçümseme hissediliyor.



Yerleştikleri yer yolu bile olmayan hatta eve ulaşmak için nehirden falan geçmeleri gereken, geceleri yaban domuzlarının yakınlarına kadar geldiği doğa içinde bir yer. Tabii insan düşünmeden edemiyor, yazarın memleketi İngiltere'de aynı konumda bir yerde şartlar daha mı iyi olacaktı?







Gene çelişkili bir durum: Yazarın eşi Selim Bey Türkiye'ye gelmeyi çok arzuluyor, hemen yer bulup bir kulübe yapıp asıl evleri olana kadar orada oturuyorlar ama Selim Bey üç yıla yakın bir süre buraya gelmiyor. Aslında belli ki yazar bu şartlara severek katlandığını anlatmak için yazmış ama bence Türkiye'yi çok küçümsüyor. Örneğin köyde nüfus sayımı yapılacak, sayım memurlarını beklerken civar yerlerden eş, dost, tanıdıkları eve dolduruyorlar ki nüfus fazla çıksın da kasaba olsunlar. Böyle bir şey olabilir mi? Tamam seçime hile karışır ama bu kadar aleni, gayrıciddi bir sistem olur mu? En azından aylar önceden muhtarlığa resmi kayıt gerekir.








Gerçi zamanla kendini oradaki insanlarla bir görmeye başlıyor, oranın adetlerini öğreniyor ve hatta kendini "köylü" olarak görüyor ve bundan çok memnun oluyor. Bunu anlatan paragraf şöyle,
" Oradaki ilk yabancı sıfatıyla Dereköy'e gelişimin üzerinden on dört sene geçti. Neyse ki ben komşularımın yolunu yordamını öğrendim, buna karşılık onlar da benimkilere ses etmedi. Artık onlardan biriyim, bir köylüyüm. Bundan daha büyük bir mükafat olamaz benim için."




5 Şubat 2014 Çarşamba

BODRUM'DA YENİDEN O.GÖNENÇ




Yazar aslında hareketli ve değişken bir yaşamı olmasına rağmen bu yaşantıyı çok tekdüze buluyor ve kafasını Bodrum'a yerleşmeye takıyor. Böyle olunca da büyük şehir fobisi başlıyor ve yaptığı her iş, gittiği her yer batıyor.







Bodrum'da bir meyhanede içerken şöyle düşünüyor. " Şu sırada İstanbul'da bütün akrabalarım, eşim, dostum, arkadaşlarım sıcak evlerinde televizyon izliyorlar, sıcak çaylarını içiyorlar. Sabah kalkıp işlerine gidecekler, akşam gene aynı terane. Belki hafta sonu yapacakları ufak bir aktivite için cumartesiyi iple çekecekler. Bütün yaşam bu. Halbuki insanoğlunu ileriye götüren, yeni tatlar, yeni güzellikler değil midir? "








" Bodrum adamı vezir de eder, rezil de" diye bir halk deyişi vardır. Yazarımız Bodrum'a yerleşiyor ve bu deyişe uygun olarak çok şeyler yaşıyor.
Bu kitabı okuyup da yaşadığı yeri terk edip Bodrum'a yerleşen çok olmuş. Bodrum'da 17 sene yaşamış biri olarak yazarın yaşadığı birçok iyi, kötü olayı bire bir biz de yaşadık. Ama oralarda sürekli yaşamak bir hafta, on günlüğüne tatile gelmekle bir değil. Özellikle alt yapı hiç olmadığından kış ayları kabusa dönüşüyor.








Yazarın maddi olanakları iyi olduğundan bu maceraya gözü kapalı giriyor. Tekneydi, evdi, fotograf çekimi derken yaşam hem güzel, ama karısı ve yakın çevresindekiler için hiç de istedikleri gibi gitmiyor. Bu sefer ailevi sorunlar başlıyor.








Bir Bodrumsever iseniz mutlaka okuyun. Kararı siz verin, belki siz de kitabın peşinden sürüklenip kendinizi Bodrum'da bulursunuz. :))))


"…o küçük meyhanede tek başıma otururken, dostlarım ve arkadaşlarım aileleriyle beraber sıcak evlerinde mutlu, televizyon izleyip demli çaylarını içiyor veya apartman yaşamının bir başka iç bayıcı işiyle uğraşıyordu. Ertesi sabah uyanıp yıllardır yaptıkları aynı iş için evden ayrılacak, her akşam bilinen saatte dönecek, küçük bir değişiklik için hafta sonunu bekleyeceklerdi. Programlanmış hayatlarını bu tekdüze sıkıcılık içinde tamamladıktan sonra yaşlılık hastalıklarından birine yakalanıp öleceklerdi.
Hayır, asla bunu kabul edemezdim. Sürekli değişiklik aratan, sürekli yeni doyumlar, yeni tatlar, yeni güzellikler araştıran duygu değil miydi insanoğlunu ileriye ve yeniye götüren?
Kırk yıl kadar önceydi, Bodrumlu yaşlı dostum elini haritada Bodrum yarımadası üzerinde gezdirerek; "Burası adamı vezir de eder, rezil de" demişti. Ondan kırk yıl sonra bu kez ben elimi yarımada haritası üstüne koyarak, "Biliyorum, öğrendim." diyorum. 
Bu kitapta İstanbul'dan nasıl "rezil" halde gelmişken Bodrum'da kendi ölçülerimde "vezir" olmamın öyküsü var. Sadece o mu? Bu kırk yıldaki değişimin gözlemleri, belgeleri, anıları da…
Türkçe
320 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 20 cm 
İstanbul, 2011
ISBN : 9786055882808

26 Ocak 2014 Pazar

UÇURTMA AVCISI - KHALED HOSSEINI




Gene uzun zamandır evde okunmayı bekleyen bir Khaled Hosseını kitabı. Orjinal adı, " The Kite Runner ", Bin Muhteşem Güneşte olduğu gibi Püren Özgören'in inanılmaz güzel çevirisi.
"Ateş düştüğü yeri yakar" derler ya, uzaktan Sovyetler Birliği'nin Afganistan'ı işgal etmesini izlemiş ama oradaki insanlar üzerindeki etkisini, içinde barındırdığı dramları çok da fazla düşünmemiştim.







Khaled Hosseını işte bu dramın bir kesitini çok çarpıcı bir şekilde anlatmış bu kitapta. Bu kitabı ile Hosseını, Afganistan'ın en önemli yazarlarından biri olmuş.







Emir ve Hasan'ın süt anneleri birdir. İkisi beraber büyümüştür ve çok iyi arkadaştırlar. Ama aralarında ekonomik ve sınıfsal ayrılıklar vardır. Emir'in babasının çevresi çok geniştir ve yardımseverliği ile tanınmaktadır. Hasan'ın babası ise Emir'lerin hizmetlisidir. Uçurtma uçurmak ve uçurma yarışlarına katılmak çocukların en büyük eğlencesidir. Böyle bir yarış günü Emir ve Hasan'ın başı, yörenin belalı çocuklarıyla derde girer. Hasan, Emir'i kurtarmak için kendini öne atar. Hasan cinsel şiddete maruz kalır. Bu durumu gören Emir, Hasan'a yardım etmek yerine kaçmayı seçer. Bu kaçış Emir'in yaşamının sonuna kadar onun kabusu olur, kendini her zaman suçlu hisseder.








Emir bu utançla yaşamını Hasan'la aynı yerde sürdüremeyeceğini anlar ve Hasan'a tuzak kurar. Hasan bu tuzak sonucu hırsızlıkla suçlanır. Hasan'ın babası bu utançla artık orada kalamaz ve bölgeyi terk eder.

Bu sırada Sovyet işgali başlamıştır. Bunun sonucu Emir ve babası her şeylerini kaybederler. Afganistan'da daha fazla barınamazlar ve çok zorlu bir yolculuk sonucu Amerika'ya giderler. Amerika'da yaşamlarını normal bir düzeye getirirler ama bu sefer de Emir'in babası ölümcül bir hastalığa yakalanır. Emir burada Afgan bir kızla evlenir ama çocukları olamayacaktır. Hastalığın sonucu babası ölür.








Aradan yıllar geçer, Emir'in yazdığı romanlar yayınlanır, ekonomik durumları bu sayede düzelir. Ama ummadığı anda Afganistan'dan gelen bir telefon Hasan'ın başının dertte olduğunu söyler. Zaten hala vicdan azabı çeken Emir hemen Afganistan'a döner. Hasan ölmüştür ama onun bir oğlu vardır ve kaçırılmıştır. Şimdi Emir'in önünde iki yol vardır. Ya tekrar kaçışı seçecektir, ya da Hasan'ın oğlunu kurtaracak ve vicdanını rahatlatacaktır.

Devamını anlatmıyorum, belki okuyanınız olur heyecanı kaçmasın. Ama mutlaka okunması gereken bir roman.

Arka kapak bilgisi:

Emir ve Hasan, Kabilde monarşinin son yıllarında birlikte büyüyen iki çocuk... Aynı evde büyüyüp, aynı sütanneyi paylaşmalarına rağmen Emirle Hasanın dünyaları arasında uçurumlar vardır: Emir, ünlü ve zengin bir işadamının, Hasan ise onun hizmetkârının oğludur. Üstelik Hasan, orada pek sevilmeyen bir etnik azınlığa, Hazaralara mensuptur.

Çocukların birbirleriyle kesişen yaşamları ve kaderleri, çevrelerindeki dünyanın trajedisini yansıtır. Sovyetler işgali sırasında Emir ve babası ülkeyi terk edip Californiaya giderler. Emir böylece geçmişinden kaçtığını düşünür. Her şeye rağmen arkasında bıraktığı Hasanın hatırasından kopamaz.

Uçurtma Avcısı arkadaşlık, ihanet ve sadakatin bedeline ilişkin bir roman. Babalar ve oğullar, babaların oğullarına etkileri, sevgileri, fedakârlıkları ve yalanları... Daha önce hiçbir romanda anlatılmamış bir tarihin perde arkasını yansıtan Uçurtma Avcısı, zengin bir kültüre ve güzelliğe sahip toprakların yok edilişini aşama aşama gözler önüne seriyor.

Uçurtma Avcısında anlatılan olağanüstü bir dostluk. Bir insanın diğerini ne kadar sevebileceğinin su gibi akıp giden öyküsü...

16 Ocak 2014 Perşembe

BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ -- Khaled Hosseını

Bu da yıllardır okunmayı bekleyen ama nedense bir türlü elimin değmediği bir kitaptı aynı Küçük Arı gibi. İkisini arka arkaya okudum, ikisi de müthişti. Ama neredeyse aynı konu. Yerler değişik, kahramanlar farklı. İkisinde de çeviri süper. Hele Bin Muhteşem Güneş'i çeviren Püren Özgören'e hayran olmamak elde değil. Bir romanda çeviri çok önemli. Çok önemli bir eseri çevirinin kötülüğü yüzünden anlama zorluğu çektiğimiz çok oluyor.








Roman, Afganistan'ın işgal yıllarında geçiyor. Devamlı bombardıman altındaki kentler, idamlar, sakat kalan insanlar, bunun yanında mutlu sonla bitme olasılığı olmayan umutsuz aşklar.

Meryem gayrımeşru bir çocuk olduğundan "harami" kabul edilir ve bunun vebalini yaşamı boyunca çeker. Annesi Nana'da aynı davranışalarla karşılaşır. Babası Celil aslında Meryem'e karşı şefkatli davranıyor görünse de, Meryem'i 13 yaşındayken Kabil'de karısı ölen Raşit'e zorla verir.

 





Raşit Meryem'e çok kötü davranmaktadır. Meryem çocuğu da olmadığından tamamen dışlanır.
Bu arada Afganistan'da Taliban Hükümeti katı şeriat kurallarıyla, yağdırdığı bombalarla dehşet saçmaktadır.


Diğer kadın kahramanımız Leyla'da yoksul bir yaşam sürerken, Tarık adlı tek bacağını bombalanma sırasında kaybeden bir çocuğa aşık olur. Bu arada bu ilişki sonucunda Leyla hamile kalır. Ama bu sırada Tarık ailesi ile birlikte Pakistan'a göç etmek zorunda kalır. Leyla'yı tekrar bulacağına söz vererek gider.

Bombardımanlar sırasında Leyla'nın ailesi ölür. Evlerinin enkazından Meryem ve kocası Leyla'yı kurtarırlar ve onunla beraber yaşamaya başlarlar. Raşit zorla Leyla'yla da evlenir. Leyla'dan olan çocuk kız olduğu için Azize'yi yok saymaktadır ve ona çok kötü davranır. Azize aslında Tarık'ın çocuğudur. İkinci çocuğu erkek olur ve adını Zalmay koyarlar.







Leyla ile Meryem haliyle başlarda birbirlerine düşmandır ama zamanla kaderlerinin aynı olduğunu düşünüp dost olurlar ve birbirlerini Raşit'e karşı hep korurlar. Bir ara yaptıkları ortak bir plan ile kaçmaya kalkarlar ama bir ihbar sonucu yakalanırlar.

Yıllar geçer ve bir gün Tarık gelir, Leyla'yı bulur. Zalmay bu duruma şahit olmuştur ve babası eve gelince bu durumu ona anlatır. Tabii Raşit çıldırır ve Leyla'yı ölesiye dövmeye başlar. Meryem bu duruma dayanamaz ve kürekle vurarak Raşit'i öldürür. Meryem, Leyla'ya Tarık'la beraber kaçmalarını söyler ve teslim olur. Şeriat kurallarına göre yargılanır ve öldürülür.

Leyla ve tarık çocukları da alarak başka bir kente geçerler. Bir otelde çalışmaya başlarlar. Leyla daha fazla dayanamaz ve yaşamları iyi olmasına rağmen tekrar Kabil'e yerleşirler. Bu arada Afganistan'da yaşam durulmuştur ama geçmişin acı izleri sürmektedir.


Nereye giderseniz gidin, ülkeniz peşinizden gelir. Artık siz orada yaşamasanız da o içinizde yaşar. Afganistan'ın Khaled Hosseini'de yaşadığı gibi…

Bin Muhteşem Güneş, ilk romanı Uçurtma Avcısı'yla tüm dünyada inanılmaz bir başarı yakalayan Hosseini'nin ikinci romanı. Yazar bu romanında da yine doğduğu toprakları anlatıyor. Bu kez iki kadının kesişen yaşamları ve dostlukları üzerinden…

Küçük yaşta evlendirilen kızlar, çocuğu olmayan kadınlar, babaya ya da çocukluk arkadaşına duyulan, geçmişe gömülmüş aşklar…

Khaled Hosseini, hasreti, dostluğu, aşkı ve insanlığı en iyi anlatan yazarlardan. Başarıyla kurduğu olay örgüsüyle, çıkmaz yolların nasıl düzlüklere açılabileceğini gösteren yaratıcı bir kalem.

Bin Muhteşem Güneş, kelimenin tam anlamıyla "beklenen" bir roman…
(Tanıtım Bülteninden)



Türkçe
430 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 20 cm
İstanbul, 2008
         

25 Aralık 2013 Çarşamba

KÜÇÜK ARI - Chris Cleave




Kitap beş sene önce piyasaya çıkmıştı, hep okumak istedim ama nedense hep erteledim. Nihayet geçen hafta polisiye romanlara ara vererek bir çırpıda okudum. Başlayınca elinizden bırakamayacağınız kitaplardan. Elimin altında olmasına rağmen bu kadar süre okumadığıma hayıflandım doğrusu.








Yazar kitabın sonunda romanın gerçek yaşamdan alınmadığını ve kişilerin de gerçek olmadığını söylüyor ama olaylar ve kişiler hiç de yabancı gelmiyor.

Roman çok tesadüfi bir olayla hayatları birleşen Nijerya'lı ve İngiliz iki kadının hikayesi. Bu olayda bir parmağını kaybeden İngiliz kadın, onun masalları kafaya fazla takan ve masalların içinde yaşayan oğlu, aklını yitirip kendini asıp öldüren kocası ve Nijerya'lı Küçük Arı.





Burada ülkeler arası siyasi, toplumsal, ekonomik farklılıklara rağmen, "kadın" kimliğinde birleşen iki roman kahramanı.

Küçük Arı ülkesi Nijrya'dan ablasıyla beraber siyasal baskılar yüzünden kaçar, günlerce ormanda yürüyerek bir plaja varırlar. Plajda yazar Sarah ve gene yazar olan kocası Andrew tatil yapmaktadır. buraya kötü giden evliliklerini kurtarmak için gelmişlerdir. Küçük Arı ve ablası plaja geldiklerinde peşlerinde olan adamlar onlara yetişir. Onlar da Sarah ve kocasından kendilerine yardım etmeleri için yalvarırlar.








Nijerya'lı adamlar kızları  bağışlamak için olmayacak bir istekde bulunurlar. Eğer birer parmaklarını keserlerse kızlar serbest kalacaktır. Sarah bunu kabul eder ve parmağını keser. Kocası kabul etmeyince Küçük Arı'nın ablası öldürülür. Andrew bu olaydan  sonra bunalıma girer ve intihar eder. Küçük Arı gemiyle İngiltere'ye kaçak gelir ve mülteci kampına katılır. Seneler sonra kamptan bir şekilde kurtulur ve Sarah'ın evini bulur, burada yaşamaya başlar.

Romanın çok trajik bir sonu var. Romanın içinde ara ara işlenen cinsellik teması romanın sürükleyiciliğini bölüyor sanki. Bu da herhalde kitabın daha fazla satması için başvurulan bir yol.

Kitap bütün dünyada en çok okunanlar listesinin başında kalmış aylarca. Birçok ödülü de var.
Kitap bittikten sonra son sayfada bir Nijerya atasüzüne yer verilmiş. Sizinle paylamak istedim.

" Eğer yüzün hayatın ağır tokatlarıyla şiştiyse, gülümse ve şişman bir adammışsın gibi davran. "
                                                                           Nijerya Atasözü

Size bu kitapta ne olduğunu anlatmak istemiyoruz; çünkü gerçekten çok özel bir hikâye ve biz onu bozmak istemiyoruz. 

Yine de bu kitabı almanıza yetecek kadar bilmeniz gerektiğinden, sadece şu kadarını söyleyelim: 

Bu, yaşamları kaçınılmaz bir şekilde çarpışan iki kadının hikâyesidir. Ve biri korkunç bir seçim yapmak zorundadır. 

İki yıl sonra tekrar karşılaşırlar ve hikâye burada başlar... 

Bu kitabı okuduğunuzda herkese anlatmak isteyeceksiniz. Bunu yaptığınızda, lütfen, neler olduğunu anlatmayın; çünkü bütün büyü, olayların akışında...
Türkçe (Orijinal Dili:İngilizce)
344 s. -- 2. Hamur-- Ciltsiz -- 14 x 20 cm 
İstanbul, 2009
ISBN : 9786054263370
Çeviri : Nalan Işık Çeper